Elli yıla yakın dış
politikayla uğraşan bir gerçek aydın’ın partimizin Suriye Politikası ile ilgili
görüşleri. Biz eleştirince kızıyorsunuz. Dışarıdan bakanlarda aynı şeyleri
düşünüyor.
29 Eylül günü bir
"Suriye Konferansı" düzenledi. Yapılan açıklamada, konferansın "Suriye
sorununun çözümü için uluslararası düzeyde sürdürülen çalışmalara, mütevazı bir
katkı sağlamayı, ancak her şeyden önce Suriye’nin komşuları ile sorunun temel
dinamiklerini birlikte çözümlemelerine yardımcı olmayı amaçladığı" bildirildi.
Bu gerekçe, CHP'nin,
mevcut yönetim altında hep yaptığı gibi, Türkiye'nin yaşamsal çıkarları
doğrultusunda etkili politikalar geliştirip uygulayacak yerde, vakit geçirme
amaçlı, havanda su dövmekle meşgul olduğunun itirafıdır. Suriye konusunda çok
sayıda uluslararası forum zaten faaliyet halindeyken, CHP'nin adı sanı belirsiz
6-7 yabancı panelistin katılımıyla toplayacağı konferansın bunlara nasıl bir
katkısı olacaktı?
Nitekim, konferansın
sonuç bildirgesi, genel nitelikli temenniler dışında, hiçbir somut unsur ihtiva
etmiyordu. (Bu arada, CHP'nin resmi web sitesi bildirgeyi yayınlamaya lüzum
görmediğinden, tam metni bulup okumak mümkün olmadı).
Genel Başkan
Kılıçdaroğlu'nun konferansta yaptığı konuşma ile, bazı parti yöneticilerinin konuşmaları
arasında çelişkiler bulunduğu basına yansıdı. CHP yönetiminin Suriye
konusundaki çelişkileri yeni değil, sorunun başından itibaren var.
Bu çelişkileri ana
hatlarıyla özetlersek şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:
-- Genel başkan 2011
başlarında Libya'ya emperyalist ülkelerin müdahalesine yeşil ışık yaktı, bunun,
Suriye'ye yapılacak müdahalenin öncüsü olacağını göremedi.
-- Suriye olayları
başladıktan sonra, 2011 Kasım ayında, o zamanki yardımcısı, "Esad'ın
gitmesi hedefine CHP katılmaktadır" açıklaması yaptı, hükümetin Esad
karşıtlarıyla Türkiye'de toplantılar yapmasını da destekledi. Böylece,
komşumuzun iç işlerine sorumsuzca müdahaleye göz yumdu..
--CHP yönetimi,
milyonlarca sığınmacı Türkiye'ye akarken bunun yaratacağı çok yönlü ve uzun
erimli tehlikeler hakkında halkı uygun şekilde bilinçlendirmek için parmağını
kıpırdatmadı. Zayıf laflarla idare etti.
-- Genel Başkan, 2014
yılında, "YPG, terör örgütü değildir, vatanını kurtarmak için örgütlenmiş
oluşumdur" dedi. Bu sözler, Suriye'nin toprak bütünlüğüne açıkça aykırı
idi. (Birkaç yıl sonra, bu kez YPG'nin terör örgütü olduğunu da söyledi)
-- Genel Başkan, Ayn
Al Arab'ın (Kobani) İŞİD'den kurtarılması (ve PYD/YPG'ye teslim edilmesi) için
TSK'nın müdahale etmesini önerdi. Bu açıklamadan sonra, o zamana kadar ayak
sürüyen AKP hükümeti Barzani peşmergelerinin Türkiye üzerinden geçerek
Kobani'ye gitmelerine izin verdi.
-- Genel Başkan
yardımcısı son bir yıl içinde değişik vesilelerle yaptığı açıklamalarda,
Türkiye'nin Suriye'deki "bütün aktörlerle" temas içinde olmasını
önerdi. Bu "aktörlerin" devlet mi, devlet dışı mı olduğuna değinmedi.
Nitekim, başka bir açıklamasında, PYD/YPG bileşkesinin bir ayrıma tabi
tutulması gerektiğini, Türkiye'nin bunları birlikte anarak doğru yapmadığını
söyledi ve YPG'nin bir terörist örgüt olarak kalabileceğini ancak, siyasi kanat
olan PYD ile çalışılabileceğini demeye getirdi. Tam da ABD'nin istediği
gibi...
-- CHP yöneticileri
son zamanlarda yaptıkları açıklamalarla, Suriye'nin toprak bütünlüğünün ve
egemenliğinin korunması gerektiğini vurgulayarak, Türkiye'nin Şam rejimi ile
işbirliği yapmasını öneriyorlar. Diğer yandan, ABD ile müzakereleri ve bir
"güvenli bölge" tesisini destekliyorlar. Bu öneriler birbiriyle
çelişiyor. "Güvenli bölge" veya hangi başka isim altında olursa
olsun, belli bir bölgenin Şam yönetiminin egemenliğinden çıkarılmasının
Suriye'nin üniter yapısına ve toprak bütünlüğüne vurulmuş darbe olacağının
farkında değiller.
CHP'li
yöneticiler ABD'nin Suriye'nin kuzeyindeki varlığının artık meşru olmadığının da farkında değiller.
Evet, BM Güvenlik
Konseyi 2249(2015) sayılı ve sonraki kararlarıyla, yeteneği olan bütün üye
ülkelerin, Irak ve Suriye'de Daesh ve türevleri ile mücadeleye katılmaya çağırmıştı.
Dolayısıyla, Daesh ile mücadele edildiği sürece, ABD'nin Suriye'deki
mevcudiyetinin uluslararası meşruiyeti vardı. Ancak, artık Daesh ile mücadele
söz konusu olmadığına göre, bu meşruiyet ortadan kalkmıştır. CHP yöneticileri,
Suriye'deki varlığı meşru olmayan ABD ile yapılan müzakereleri destekler
konumdadır.
CHP'nin "top
çevirmekten" vazgeçip, daha fazla vakit geçirmeden yapması gereken,
AKP'nin ülkemizin uzun erimli çıkarlarına taban tabana zıt vahim Suriye
politikasına alternatif politika geliştirerek, bunun uygulanmasının önünü
açacak cesur adımları atmaktır. Bu adımları belirleyip cesaretle atmak
için, CHP gibi "devlet kurucusu" olan bir siyasi partinin
"uluslararası konferans" düzenlemeye de ihtiyacı yoktur.
Ancak, AKP'den ve
yandaşı medyadan gelecek "katil Esed ile yan yanalar" eleştirisinden
çekinerek yapmadılar, yapmıyorlar. Laf üretmekle yetindiler, yetiniyorlar.
Tıpkı, "aman, mütedeyyin vatandaşları üzmeyelim" gereksiz kaygısıyla
laikliğin rafa kaldırılmasına sessiz ve tepkisiz kaldıkları gibi.... (Bu tutumlarının
başka örnekleri de vardır).
CHP yöneticilerinin
anlayamadıkları, siyasetin, "başkaları ne der" kaygısıyla değil,
ilkeler doğrultusunda ülkenin çıkarını savunarak yapıldığıdır. "Aman,
Saddam'cı görünmeyelim" gibi bir kaygı geçerli olsaydı, CHP'nin o zamanki
yöneticileri Türkiye'nin Irak'a müdahalesine yol açacak 1 Mart 2003
tezkeresinin reddedilmesini sağlamazlardı.
Açıkça söyleyelim,
"cesur adım"dan kastımız şudur: CHP, Birleşmiş Milletler tarafından
meşru kabul edilen Şam yönetimi ile doğrudan ilişki kurmalıdır. Bu şekilde, Şam
yönetiminin mevcut sorunların çözümüne ilişkin düşüncelerini birinci elden
almalı ve bunları Türk halkına duyurmalıdır.
Böyle bir tutum, Türk
siyaseti bakımından da son derece meşrudur. Cumhuriyet geleneği, ana hatları
itibariyle dış politikanın, iç siyasetin üstünde tutularak, iktidarda veya
muhalefette olsunlar, bütün siyasi partiler tarafından benimsenip uygulanması
şeklinde gelişmiştir. Bu Cumhuriyet geleneği AKP tarafından bozulmuştur. O
itibarla, AKP'den gelecek eleştirilerin herhangi bir kıymeti olmayacaktır.
CHP, Şam ile doğrudan
temas kurmadığı müddetçe, maalesef, bir yandan Türkiye'nin yaşamsal çıkarlarını
savunmak, diğer yandan ise, ABD'ne hoş görünmek gayreti arasında yalpaladığı
görüntüsü vermekten kurtulamayacaktır.