22 Ekim 2019 Salı

ABD İLE VARILAN MUTABAKAT YENİ SÜRTÜŞMELERE YOL AÇABİLİR.



(Bu yazı 120 saat dolmadan evvel yazılmıştır)
ABD ile 17 Ekim günü Ankara'da varılan ve Kuzey Suriye'deki TSK operasyonunun 120 saat için durdurulmasını öngören "mutabakat" yandaş yalakalar tarafından bir "zafer" olarak nitelendi. Oysa, açıklanan mutabakat metninde "zafer" naraları atmayı haklı kılacak unsurlar yok, Kaldı ki, kapsamlı bir tahlil yapabilmek için yalnızca açıklanan metni yorumlamak yetmez, daha geniş bir perspektifle inceleme yapmak gerekir.
Açıklanan metni, Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gönderdiği 9 Ekim tarihli seviyesiz ve aşağılamaya yeltenen mektuptan bağımsız olarak yorumlamak ciddi yanlış olur. Hatırlayalım, doğrudan yapılan hakaretleri dışarıda tutarak, mektup aşağıdaki tehdit ve önerileri içermekte idi :
- Sen, binlerce insanı katletmekten sorumlu olmak istemezsin, ben de Türk ekonomisini yıkmaktan sorumlu olmak istemem -ki bunu yaparım;
- Bunun (ekonomiyi nasıl yıkacağımın) küçük bir örneğini Brunson vesilesiyle gösterdim;
- (YPG "komutanı") "General" Mazlum seninle müzakere etmek istiyor ve şimdiye kadar verilmemiş tavizleri vermeye hazır.
Tehditlerin kuru sıkı olmadığı, uygulamaya konulan ve kongre tarafından, AKP’li  Cumhurbaşkanı'nı da kapsayacak şekilde "ucu gösterilen" ilave yaptırımlardan belli idi. Bunlara ek olarak, aynı günlerde Halkbank iddianamesi ortaya çıkarıldı. Amiyane bir benzetme yapacak olursak, Ankara'daki müzakereler, tarafların birinin tabanca tehdidi altında bulunduğu bir ortamda yürütüldü ve sonuçlandırıldı. Bu koşullardaki müzakereden sağlıklı sonuç çıkmaz.
Bu seviyesiz mektup geri alınmadan ve uygulamaya konulan yaptırımlar kaldırılmadan müzakereye oturulmaması gerekirdi. Kendisine saygısı olan bir devlet ve kendisine güveni olan devlet yöneticileri öyle davranırdı. Maalesef yapılamadı.
Müzakereler sırasındaki oturma düzeni üzerinde çok duruldu. Doğru, Türkiye Cumhurbaşkanının ve ABD Başkan Yardımcısının eşit taraflar gibi oturmamaları gerekiyordu. Ancak. bu yanlışlık öne çıkarılarak, üzerinde asıl durulması gereken bir vahim gelişmenin dikkatten kaçırılması kolaylaştırıldı.
Vahim gelişme, Trump'ın tam da o iğrenç mektubunda istediği gibi, YPG'nin sahadaki elebaşısı terörist "General Mazlum" yani TSK’da bir onbaşı ile muhatap olabilecek bir katil ile bizim heyetimizin ABD heyeti aracılığıyla müzakere etmiş olmasıydı. Bizzat Pence müzakerelerin tamamlanmasından hemen sonra Ankara'da yaptığı açıklamada, gün içinde YPG ile sürekli temas halinde kaldıklarını söyledi. Yani, ABD heyeti bir yandan heyetimiz ile görüşürken, diğer yandan, gelişmeleri "külliye"den açtıkları telefon ile YPG'li teröristlere aktarmış ve varılan mutabakat üzerinde YPG'nin "onayını" almıştı. Zaten Pence silahlı terör unsurlarından "YPG güçleri (forces)" olarak söz etti. Bu atfın anlamı, ABD'nin YPG'yi meşru ve Türkiye'ye eşit bir taraf olarak gördüğü idi.
ABD heyetinin Türk heyetine ve YPG'li teröristlere eşit taraf muamelesi yapması kabul edilebilir değildi ve heyetimiz tarafından farkına varıldığı anda müzakerelerin kesileceği ABD'li muhataplara bildirilmeliydi. Yapılmadı.
Bu arka plan koşullarında yapılan bir müzakereden, tehdit altındaki tarafın kazançlı çıkması zaten mümkün olamazdı. Nitekim olmadı!
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir: ABD bir "güvenli bölge" kurulmasını yeni kabul etmiş değil. Ağustos ayında yine "zafer" nidalarıyla açıklanan başka bir mutabakat metninde de böyle bir bölgenin kurulmasının kararlaştırıldığı bildirilmişti. Ancak, ABD'nin oyalama ve göz boyama taktikleri yüzünden o mutabakat yürümemişti. Şimdikinin yürüyeceği konusunda da yeterli güvenceler bulunmuyor. Nitekim, "mutabakat" metni belirsizlikler ve tuzaklarla dolu.
En dikkat çeken belirsizlik "güvenli bölge"nin sınırlarının belirlenmemiş olmasıdır. Yetkililerimizin açıklamalarına bakılırsa, bölge, Fırat nehri ile Irak sınırına kadar olan bölgenin tamamında ve 30 km. derinliğinde oluşturulacak. Mutabakatta böyle bir açıklık olmadığı gibi, Pence, Kobani'ye karşı bir harekat yapılmayacağı konusunda Türkiye ile anlaşmaya varıldığını açıklamıştır.
YPG'lilerin nerelerden çekileceği de açık değildir. ABD'nin anlayışının, YPG'nin, TSK'nın halen faal operasyon yaptığı 120 km. genişliğindeki bölgeden çıkması şeklinde olduğu görülüyor. 480 km.lik bir genişlik hedeflediğimize göre, bunun bizim bakımımızdan yeterli olmayacağı açık. "Çekilme" ABD anlayışına göre tamamlandıktan sonra, operasyonları tamamen durdurmamız beklenecek. Dolayısıyla, halen kontrol etiğimiz bölgeyi genişletme olanağımız ortadan kalkmış olacak. Bu konuda bir ihtilaf çıkması pek muhtemel gibi duruyor.
Mutabakat metninde, TSK'nin yerleşim yerlerindeki operasyonlarını kısıtlayabilecek hükümler olduğu gibi, tersten okunduğunda, TSK'nin sanki azınlıklara iyi davranmadığını ima eden ifadeler de var.
Askerlerimize karşı silah kullanılmayacak olması elbette olumlu bir gelişmedir. Ne var ki, "terör örgütünü temizlemek" amacıyla yola çıkılan bir operasyonun, bu amacın çok uzağında iken durdurulmasının bir "zafer" olmadığı açıktır. Öyle bakıldığında, ABD'nin YPG teröristlerini TSK'ın elinden kurtardığını söylemek mümkündür.
Özetlersek, 480 km genişliğe uzanan bir "güvenli bölge" sağlanamadan ve YPG teröristleri temizlenmeden harekat durdurulmuştur. Bundan sonra harekatın yeniden başlatılarak bu iki amacın gerçekleştirilmesi çok zora girmiştir. Artık tabloya Rusya da girmiştir.
Bu sıkıntılı tablo ortada dururken, inanılır gibi değil, ama, CHP'nin dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı, ortaya çıkan sonucun Türkiye bakımından olumlu değerlendirilebileceğini açıkladı. Buna karşın, başka CHP yetkilileri ise, mutabakatı şiddetle eleştirdiler.
Bu vesile ile, CHP'deki kafa karışıklığı, değerlendirme yetersizlikleri ve dağınıklık bir kez daha ortaya çıktı. Mevcut yönetimin CHP'de yaptığı hasar onarılmadan, Türkiye'de işlerin yoluna konulmasının mümkün olmayacağı görülüyor.