(Bu yazı 120 saat
dolmadan evvel yazılmıştır)
ABD ile 17 Ekim günü
Ankara'da varılan ve Kuzey Suriye'deki TSK operasyonunun 120 saat için
durdurulmasını öngören "mutabakat" yandaş yalakalar tarafından bir
"zafer" olarak nitelendi. Oysa, açıklanan mutabakat metninde
"zafer" naraları atmayı haklı kılacak unsurlar yok, Kaldı ki,
kapsamlı bir tahlil yapabilmek için yalnızca açıklanan metni yorumlamak yetmez,
daha geniş bir perspektifle inceleme yapmak gerekir.
Açıklanan metni,
Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gönderdiği 9 Ekim tarihli seviyesiz ve
aşağılamaya yeltenen mektuptan bağımsız olarak yorumlamak ciddi yanlış olur.
Hatırlayalım, doğrudan yapılan hakaretleri dışarıda tutarak, mektup aşağıdaki
tehdit ve önerileri içermekte idi :
- Sen, binlerce insanı
katletmekten sorumlu olmak istemezsin, ben de Türk ekonomisini yıkmaktan
sorumlu olmak istemem -ki bunu yaparım;
- Bunun (ekonomiyi
nasıl yıkacağımın) küçük bir örneğini Brunson vesilesiyle gösterdim;
- (YPG
"komutanı") "General" Mazlum seninle müzakere etmek istiyor
ve şimdiye kadar verilmemiş tavizleri vermeye hazır.
Tehditlerin kuru sıkı
olmadığı, uygulamaya konulan ve kongre tarafından, AKP’li Cumhurbaşkanı'nı da kapsayacak şekilde
"ucu gösterilen" ilave yaptırımlardan belli idi. Bunlara ek olarak,
aynı günlerde Halkbank iddianamesi ortaya çıkarıldı. Amiyane bir benzetme
yapacak olursak, Ankara'daki müzakereler, tarafların birinin tabanca tehdidi
altında bulunduğu bir ortamda yürütüldü ve sonuçlandırıldı. Bu koşullardaki
müzakereden sağlıklı sonuç çıkmaz.
Bu seviyesiz mektup
geri alınmadan ve uygulamaya konulan yaptırımlar kaldırılmadan müzakereye
oturulmaması gerekirdi. Kendisine saygısı olan bir devlet ve kendisine güveni
olan devlet yöneticileri öyle davranırdı. Maalesef yapılamadı.
Müzakereler
sırasındaki oturma düzeni üzerinde çok duruldu. Doğru, Türkiye Cumhurbaşkanının
ve ABD Başkan Yardımcısının eşit taraflar gibi oturmamaları gerekiyordu. Ancak.
bu yanlışlık öne çıkarılarak, üzerinde asıl durulması gereken bir vahim
gelişmenin dikkatten kaçırılması kolaylaştırıldı.
Vahim gelişme,
Trump'ın tam da o iğrenç mektubunda istediği gibi, YPG'nin sahadaki elebaşısı
terörist "General Mazlum" yani TSK’da bir onbaşı ile muhatap olabilecek
bir katil ile bizim heyetimizin ABD heyeti aracılığıyla müzakere etmiş
olmasıydı. Bizzat Pence müzakerelerin tamamlanmasından hemen sonra Ankara'da
yaptığı açıklamada, gün içinde YPG ile sürekli temas halinde kaldıklarını
söyledi. Yani, ABD heyeti bir yandan heyetimiz ile görüşürken, diğer yandan,
gelişmeleri "külliye"den açtıkları telefon ile YPG'li teröristlere
aktarmış ve varılan mutabakat üzerinde YPG'nin "onayını" almıştı.
Zaten Pence silahlı terör unsurlarından "YPG güçleri (forces)" olarak
söz etti. Bu atfın anlamı, ABD'nin YPG'yi meşru ve Türkiye'ye eşit bir taraf
olarak gördüğü idi.
ABD heyetinin Türk
heyetine ve YPG'li teröristlere eşit taraf muamelesi yapması kabul edilebilir
değildi ve heyetimiz tarafından farkına varıldığı anda müzakerelerin kesileceği
ABD'li muhataplara bildirilmeliydi. Yapılmadı.
Bu arka plan
koşullarında yapılan bir müzakereden, tehdit altındaki tarafın kazançlı çıkması
zaten mümkün olamazdı. Nitekim olmadı!
Öncelikle şunu
vurgulamak gerekir: ABD bir "güvenli bölge" kurulmasını yeni kabul
etmiş değil. Ağustos ayında yine "zafer" nidalarıyla açıklanan başka
bir mutabakat metninde de böyle bir bölgenin kurulmasının kararlaştırıldığı
bildirilmişti. Ancak, ABD'nin oyalama ve göz boyama taktikleri yüzünden o
mutabakat yürümemişti. Şimdikinin yürüyeceği konusunda da yeterli güvenceler
bulunmuyor. Nitekim, "mutabakat" metni belirsizlikler ve tuzaklarla
dolu.
En dikkat çeken
belirsizlik "güvenli bölge"nin sınırlarının belirlenmemiş olmasıdır.
Yetkililerimizin açıklamalarına bakılırsa, bölge, Fırat nehri ile Irak sınırına
kadar olan bölgenin tamamında ve 30 km. derinliğinde oluşturulacak. Mutabakatta
böyle bir açıklık olmadığı gibi, Pence, Kobani'ye karşı bir harekat yapılmayacağı
konusunda Türkiye ile anlaşmaya varıldığını açıklamıştır.
YPG'lilerin nerelerden
çekileceği de açık değildir. ABD'nin anlayışının, YPG'nin, TSK'nın halen faal
operasyon yaptığı 120 km. genişliğindeki bölgeden çıkması şeklinde olduğu
görülüyor. 480 km.lik bir genişlik hedeflediğimize göre, bunun bizim
bakımımızdan yeterli olmayacağı açık. "Çekilme" ABD anlayışına göre
tamamlandıktan sonra, operasyonları tamamen durdurmamız beklenecek.
Dolayısıyla, halen kontrol etiğimiz bölgeyi genişletme olanağımız ortadan
kalkmış olacak. Bu konuda bir ihtilaf çıkması pek muhtemel gibi duruyor.
Mutabakat metninde,
TSK'nin yerleşim yerlerindeki operasyonlarını kısıtlayabilecek hükümler olduğu
gibi, tersten okunduğunda, TSK'nin sanki azınlıklara iyi davranmadığını ima
eden ifadeler de var.
Askerlerimize karşı
silah kullanılmayacak olması elbette olumlu bir gelişmedir. Ne var ki,
"terör örgütünü temizlemek" amacıyla yola çıkılan bir operasyonun, bu
amacın çok uzağında iken durdurulmasının bir "zafer" olmadığı açıktır.
Öyle bakıldığında, ABD'nin YPG teröristlerini TSK'ın elinden kurtardığını
söylemek mümkündür.
Özetlersek, 480 km
genişliğe uzanan bir "güvenli bölge" sağlanamadan ve YPG teröristleri
temizlenmeden harekat durdurulmuştur. Bundan sonra harekatın yeniden başlatılarak
bu iki amacın gerçekleştirilmesi çok zora girmiştir. Artık tabloya Rusya da
girmiştir.
Bu sıkıntılı tablo
ortada dururken, inanılır gibi değil, ama, CHP'nin dış ilişkilerden sorumlu
genel başkan yardımcısı, ortaya çıkan sonucun Türkiye bakımından olumlu
değerlendirilebileceğini açıkladı. Buna karşın, başka CHP yetkilileri ise,
mutabakatı şiddetle eleştirdiler.
Bu vesile ile,
CHP'deki kafa karışıklığı, değerlendirme yetersizlikleri ve dağınıklık bir kez
daha ortaya çıktı. Mevcut yönetimin CHP'de yaptığı hasar onarılmadan,
Türkiye'de işlerin yoluna konulmasının mümkün olmayacağı görülüyor.