Son yıllarda, Atatürk’e saldırmayı göze
alamayanlar, onun en yakın silah ve siyaset arkadaşı, demokrasinin erdem
olduğuna inan İsmet İnönü’ye yalan yanlış saldırmayı ve saldırtmayı siyaset
yapmak zanneden bir kısım zavallılar ortalarda cirit atıyorlar.
Ünlü Siyaset Bilimci Dankwart A. Rustow ise
İnönü’yü “Dünyada elindeki ancak bir diktatörde bulunabilecek gücü demokrasiyi
gerçekleştirmek için feda eden tek devlet adamı olmanın eşsiz onuruna sahip”
kişi diye tanıtmıştır.
Tabii bu tanıtım ancak, demokrasi aşığı bir devlet adamı için yapılabilinir.
Gerek Atatürk ve gerekse İnönü, Devlet
mekanizmasını tek insanın kaderine bağlayan sistemden mutlaka sıyrınılması
gerektiğine inanırlardı.
İnönü Mayıs 1945’te, çok partili rejime
geçmenin neden acil bir ihtiyaç olduğunu “ Tek parti rejimleri, normal
demokrasi usulleri ile idare şekline intikal etmedikleri, hiç değilse bu zaruri
olan intikali tam zamanında yapmadıkları için yıkılmışlardır.” sözleri ile açıklamıştır.
İnönü’nün en büyük rakibi Celal Bayar bile
onun demokrasiye olan inancını şu sözlerle teyit ediyordu. “İki jandarma eri gönderebilirler ve partiyi
kapatabilirlerdi ve memlekette hiçbir şey olmazdı. Fakat ben İsmet İnönü’nün
bunu arzulamadığından emindim.” demek erdemini göstermiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Beşinci Büyük
Kurultayında, İnönü temel hedefinin, gelecek kuşaklara “siyasi hayatında ilerlemiş bir millet “ bırakmak olduğunu
söyledikten tam 11 yıl sonra 1950 seçimlerini kaybedip, Cumhurbaşkanlığından
ayrıldıktan sonra kısa ve öz bir cümleyle nasıl bir demokrasi aşığı
olduğunu “Yenilgim en büyük zaferimdir” diyerek ortaya koymuştur.
Geçmiş siyasi tarihimize ait bu
anımsatmaları yapmanın sonrasında günümüzdeki söylemlere bakınca, demokrasiyle,
demokrasi idealiyle hiç alakası olmayan
sözlerin havada uçuştuğu
görülecektir.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan, “Yargının Yavaş’la ilgili kararı kenara konulacak bir şey değil. (Seçilmeye
engel hangi karar olduğunu söylemiyor)
Bu seçime böyle girebilse dahi seçimden sonra çok ciddi bir bedeli
kendisi ödeyeceği gibi Ankaralı hemşerimizi de ödetme durumuna düşürür”
ifadelerini kullanmaktan kaçınmamıştır.
Tabii
Cumhurbaşkanı böyle konuşunca İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da kendisini
Yüksek Seçim Kurulu’nun da üstünde görerek, PKK ile bağlantılı isimlerin aday
listelerinde yer aldığı yönündeki iddialarla ilgili "Ben İçişleri
Bakanıyım, bu PKK'lılar seçilirse göreve başlayabilirler mi başlayamazlar mı
siz bana sorun" diyebilmiştir..
Bu sözlerin
sahipleri kendileri ile çelişir haldedirler. Bunlar değil miydi “Seçimle gelen
seçimle gider” diyen. Şimdi de bunun tam aksini söylüyorlar. Seçimle de gelsen
ben seni o makama oturtmam, diyorlar.
AKP Genel
Başkanı ve parti sözcüleri, partilerinin seçimlerdeki şansını yükseltmek için
zarif olmayan söz ve davranışlarda bulunuyorlar.
AKP Genel Başkanı Siyasi nezaket kurallarını
çiğneyerek Meral Akşener hakkında "Mahalle
köşelerinde sakız çiğnemeyi bile bilmeyen zilli Meral ülke yönetecekmiş. Hadi
oradan Kemal'in eteklisi." Diyebiliyor.
Siyasi hayatımızın en çalkantılı
dönemlerinde bile böyle bir üslubun hiç kullanılmadığını herkes
hatırlayabilecektir.
Asıl üzücü olan bundan 70 sene önce bir devlet adamı çıkıp, “Yenilgim en büyük zaferimdir” diyebiliyor
iken, günümüz siyasetçisi de "Mahalle
köşelerinde sakız çiğnemeyi bile bilmeyen zilli Meral ülke yönetecekmiş. Hadi
oradan Kemal'in eteklisi." Diyebilmesidir.
Demokrasilerde seçimler ülkenin önemli meselelerinin
tartışılması için bir nedendir. Ama Milletin bu tartışmalarda beklediği nezaket
ölçülerinin aşılmamasıdır.
Eğer tartışma üslubu böyle devam ederse
toplum çöker. Çöküntünün altında sadece bu kabul edilemez üslubun sahipleri
değil,hepimiz kalırız.