22 Mart 2019 Cuma

YİNE ATATÜRK, YİNE LAİKLİK !



Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yeni Zelanda'daki menfur saldırı üzerine şu açıklamayı yapmış:
"Ülkemizi, milletimizi, şahsımı da hedef alan katilin anlayışının Batı toplumunu da hızla ele geçirmeye çalıştığı açıktır"
Gerçekten, teröristin ilan ettiği "manifesto"da, müslüman sığınmacılara hoşgörülü yaklaşımları nedeniyle "beyaz karşıtı" olarak söz ettiği Angela Merkel ve Londra'nın Pakistan asıllı müslüman belediye başkanı Sadiq Ahmed ile beraber, "insanımızın en eski düşmanının ve Avrupa’daki en büyük İslamcı gruplardan birinin lideri" olarak tanımladığı CB Erdoğan'ı hedef gösteriyor.
Ülkemize ve yöneticilerimize vaki olacak her tehdidin kuşkusuz milletçe karşısında dururuz. 
Ne var ki, bu karşı duruşumuz, ülkemizin ve cumhurbaşkanının ne sebeple Müslüman karşıtı ırkçı tehdidin hedefi haline geldiğini incelememizi engellememelidir.
Hasım ideolojilere dayanan bloklararası soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte emperyalizmin, küresel etkinliğini sürdürebilmesi için, yeni bir "düşman" yaratacağı belliydi. Bunun kuramsal alt yapısı Samuel Huntington'un 1993'de yayınladığı (sonradan kitaplaştırdığı) Medeniyetler Çatışması başlıklı makalesi ile oluşturulmuştu. Huntington'un saydığı medeniyetler arasında, Batı Medeniyeti (Batı Hıristiyanlığı) ile İslam Medeniyeti birbirine karşıtlık bakımından ana ekseni oluşturuyordu.
Bu kuramsal altyapı üzerine ilk uygulama 11 Eylül 2001'de New York ve Washington saldırıları ile yaşandı. Bu saldırılardan sonra Başkan Bush, "(İslamcı) teröristlere" karşı savaş ilan etti.
Türkiye'nin o noktada çıkarması gereken dersler olmalıydı.
İslam adına hareket ettiği iddiasındaki terörizmin ve buna karşı ilan edilen savaşın süreceği, bunun sonucunda, batıda islam karşıtı siyasal ve toplumsal hareketlerin güçleneceği, medeniyetlerin düğüm noktasında yer alan ve ülke dışında milyonlarca insanı yerleşik bulunan Türkiye'nin bundan kaçınılmaz biçimde en çok etkilenen ülke olacağı belli idi. Buna karşı Türkiye'nin alması gereken tedbirler vardı.
Aslında, alınması gereken tedbiri o Büyük Adam muazzam bir öngörüyle daha yüzyıl öncesinde belirlemişti: LAİKLİK 
Nüfusunun neredeyse tamamı Müslüman olan Türkiye laiklik ilkesine sıkı sıkıya sarılmalı, dinsel kimliğini öne çıkartmaktan sakınmalı ve dini titizlikle devlet yaşamının dışında tutmalıydı. Böylece Türkiye oluşacak tepkilerin hedefi olmaktan ancak bu şekilde kendisini uzak tutabilirdi.
Tam tersi yapıldı. 2002'den başlayarak, din, giderek devlet işlerinin ana unsurlarından birisi haline getirildi. Kılık-kıyafetten eğitime, bankacılıktan vergilere kadar siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşam dini çizgilerde düzenlendi.
 Maalesef dışişleri bakanlığı sırasında İsmail Cem de bu tuzağa düştü. 11 Eylül saldırılarından sonra İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) ve Avrupa Birliği arasında bir toplantı düzenledi. İKÖ tarafının liderliğini kendisi üstlendi
Üstelik, Anayasanın başlangıç kısmındaki "....kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı" hükmüne rağmen, iç ve dış politikalar dini referanslarla oluşturuldu ve uygulandı. Anayasa açıkça ihlal edildi.
Bu gelişme, Huntington'un tanımıyla "Batı Hristiyanlığı"nın, yani ABD'nin ve belli başlı AB ülkelerinin, işine geldi. Soyut olan islam karşıtlığı, bu şekilde Türkiye ve cumhurbaşkanı üzerinde somutlaştırıldı. 
Batı'nın AKP'nin iktidara getirilmesine destek olduğu ve bu desteğini geçen 17 yıl boyunca sürdürdüğü artık bir sır değil. Bu süre içinde "ılımlı islam" yaratılacağı bahanesiyle Türkiye'deki gelişmelere göz yumuldu, hatta gelişmeler teşvik edildi. 
Laiklik olmadan demokrasi olmayacağını kendi tarihsel geçmişleri ile çok iyi bilen batılı ülkeler, Türkiye'de laikliğin ortadan kaldırılmasına hiç ses çıkarmadılar. Türkiye'den gelen islamcı, batı karşıtı sert söylemlere aynı tonda tepki vermekten kaçındılar. Öyle olunca, batı aleyhtarı söylemler artarak devam etti.
Herhangi bir olumlu sonuca ulaşmayacağı en başından belli olan "medeniyetler ittifakı" safsatasına, RTE, İslamı temsilen eş başkan yapıldı ve Türkiye'nin dinsel kimliğinin dünya önünde vurgulanması sağlandı. Suriye olayları başlayınca, Türkiye, Esad karşıtı koalisyonun başat ülkelerinden birisi haline getirildi. Bütün dünyadan cihatçı militanların ve silahların Türkiye'de kurulan "otoyol" üzerinden Suriye'ye akmasına göz yumuldu.
Bu ve benzeri gelişmeler, Türkiye'yi yönetenlerin Osmanlı'yı ihya ve İslam dünyasının lideri olma ham hayali ile örtüştü.
Türkiye'nin ve cumhurbaşkanının (daha genel ifadeyle, Türklerin) İslam adına hedef haline getirilmesi bu gelişmelerin sonucudur. Ne var ki, cumhurbaşkanı bu durumu düzeltmek için hiçbir adım atmadığı gibi, bundan bir şikayeti de yoktur. Aksine, şimdilerde "beka" söylemi bakımından yaptığı gibi, özellikle batı kamu oylarında yükselen islam ve Türkiye karşıtlığını  taraftarlarını pekiştirmek için kullanıyor. Son örnek, Yeni Zelanda saldırısı sonrası aldığı ve Yeni Zelanda ve Avustralya hükümetlerinin tepkisine neden olan tutumdur.

"Laiklik" ilkesini Türkiye'ye getiren siyasi parti yıllar içindeki bu gelişmelerin hiçbirisine engel olmadığı gibi, ülkenin adeta bir "din devleti" görüntüsü almasına söylem ve eylemleriyle yol bile verdi.
Türkiye'yi acilen "kuruluş ayarlarına" döndürecek siyasi kadrolara ihtiyaç var. Aksi takdirde ülkemizin işi çok zor..


.