Cumhurbaşkanı Erdoğan,
Yeni Zelanda'daki menfur saldırı üzerine şu açıklamayı yapmış:
"Ülkemizi,
milletimizi, şahsımı da hedef alan katilin anlayışının Batı toplumunu da hızla
ele geçirmeye çalıştığı açıktır"
Gerçekten, teröristin
ilan ettiği "manifesto"da, müslüman sığınmacılara hoşgörülü
yaklaşımları nedeniyle "beyaz karşıtı" olarak söz ettiği Angela
Merkel ve Londra'nın Pakistan asıllı müslüman belediye başkanı Sadiq Ahmed ile
beraber, "insanımızın en eski düşmanının ve Avrupa’daki en büyük İslamcı gruplardan
birinin lideri" olarak tanımladığı CB Erdoğan'ı hedef gösteriyor.
Ülkemize ve
yöneticilerimize vaki olacak her tehdidin kuşkusuz milletçe karşısında
dururuz.
Ne var ki, bu karşı
duruşumuz, ülkemizin ve cumhurbaşkanının ne sebeple Müslüman karşıtı ırkçı
tehdidin hedefi haline geldiğini incelememizi engellememelidir.
Hasım ideolojilere
dayanan bloklararası soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte emperyalizmin,
küresel etkinliğini sürdürebilmesi için, yeni bir "düşman" yaratacağı
belliydi. Bunun kuramsal alt yapısı Samuel Huntington'un 1993'de
yayınladığı (sonradan kitaplaştırdığı) Medeniyetler Çatışması başlıklı makalesi
ile oluşturulmuştu. Huntington'un saydığı medeniyetler arasında, Batı Medeniyeti
(Batı Hıristiyanlığı) ile İslam Medeniyeti birbirine karşıtlık bakımından ana
ekseni oluşturuyordu.
Bu kuramsal altyapı
üzerine ilk uygulama 11 Eylül 2001'de New York ve Washington saldırıları ile
yaşandı. Bu saldırılardan sonra Başkan Bush, "(İslamcı) teröristlere"
karşı savaş ilan etti.
Türkiye'nin o noktada
çıkarması gereken dersler olmalıydı.
İslam adına hareket
ettiği iddiasındaki terörizmin ve buna karşı ilan edilen savaşın süreceği,
bunun sonucunda, batıda islam karşıtı siyasal ve toplumsal hareketlerin güçleneceği,
medeniyetlerin düğüm noktasında yer alan ve ülke dışında milyonlarca insanı
yerleşik bulunan Türkiye'nin bundan kaçınılmaz biçimde en çok etkilenen ülke
olacağı belli idi. Buna karşı Türkiye'nin alması gereken tedbirler vardı.
Aslında, alınması gereken tedbiri o Büyük Adam muazzam
bir öngörüyle daha yüzyıl öncesinde belirlemişti: LAİKLİK
Nüfusunun neredeyse
tamamı Müslüman olan Türkiye laiklik ilkesine sıkı sıkıya sarılmalı, dinsel
kimliğini öne çıkartmaktan sakınmalı ve dini titizlikle devlet yaşamının
dışında tutmalıydı. Böylece Türkiye oluşacak tepkilerin hedefi olmaktan ancak
bu şekilde kendisini uzak tutabilirdi.
Tam tersi yapıldı.
2002'den başlayarak, din, giderek devlet işlerinin ana unsurlarından birisi
haline getirildi. Kılık-kıyafetten eğitime, bankacılıktan vergilere kadar
siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşam dini çizgilerde düzenlendi.
Maalesef dışişleri bakanlığı sırasında İsmail
Cem de bu tuzağa düştü. 11 Eylül saldırılarından sonra İslam Konferansı Örgütü
(İKÖ) ve Avrupa Birliği arasında bir toplantı düzenledi. İKÖ tarafının
liderliğini kendisi üstlendi
Üstelik, Anayasanın
başlangıç kısmındaki "....kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve
politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı" hükmüne rağmen, iç ve dış
politikalar dini referanslarla oluşturuldu ve uygulandı. Anayasa açıkça ihlal
edildi.
Bu gelişme,
Huntington'un tanımıyla "Batı Hristiyanlığı"nın, yani ABD'nin ve
belli başlı AB ülkelerinin, işine geldi. Soyut olan islam karşıtlığı, bu
şekilde Türkiye ve cumhurbaşkanı üzerinde somutlaştırıldı.
Batı'nın AKP'nin
iktidara getirilmesine destek olduğu ve bu desteğini geçen 17 yıl boyunca
sürdürdüğü artık bir sır değil. Bu süre içinde "ılımlı islam"
yaratılacağı bahanesiyle Türkiye'deki gelişmelere göz yumuldu, hatta gelişmeler
teşvik edildi.
Laiklik olmadan
demokrasi olmayacağını kendi tarihsel geçmişleri ile çok iyi bilen batılı
ülkeler, Türkiye'de laikliğin ortadan kaldırılmasına hiç ses çıkarmadılar.
Türkiye'den gelen islamcı, batı karşıtı sert söylemlere aynı tonda tepki
vermekten kaçındılar. Öyle olunca, batı aleyhtarı söylemler artarak devam etti.
Herhangi bir olumlu
sonuca ulaşmayacağı en başından belli olan "medeniyetler ittifakı"
safsatasına, RTE, İslamı temsilen eş başkan yapıldı ve Türkiye'nin dinsel
kimliğinin dünya önünde vurgulanması sağlandı. Suriye olayları başlayınca,
Türkiye, Esad karşıtı koalisyonun başat ülkelerinden birisi haline getirildi.
Bütün dünyadan cihatçı militanların ve silahların Türkiye'de kurulan
"otoyol" üzerinden Suriye'ye akmasına göz yumuldu.
Bu ve benzeri
gelişmeler, Türkiye'yi yönetenlerin Osmanlı'yı ihya ve İslam dünyasının lideri
olma ham hayali ile örtüştü.
Türkiye'nin ve
cumhurbaşkanının (daha genel ifadeyle, Türklerin) İslam adına hedef haline
getirilmesi bu gelişmelerin sonucudur. Ne var ki, cumhurbaşkanı bu durumu
düzeltmek için hiçbir adım atmadığı gibi, bundan bir şikayeti de yoktur.
Aksine, şimdilerde "beka" söylemi bakımından yaptığı gibi, özellikle
batı kamu oylarında yükselen islam ve Türkiye karşıtlığını taraftarlarını
pekiştirmek için kullanıyor. Son örnek, Yeni Zelanda saldırısı sonrası aldığı
ve Yeni Zelanda ve Avustralya hükümetlerinin tepkisine neden olan tutumdur.
"Laiklik"
ilkesini Türkiye'ye getiren siyasi parti yıllar içindeki bu gelişmelerin
hiçbirisine engel olmadığı gibi, ülkenin adeta bir "din devleti"
görüntüsü almasına söylem ve eylemleriyle yol bile verdi.
Türkiye'yi acilen
"kuruluş ayarlarına" döndürecek siyasi kadrolara ihtiyaç var. Aksi
takdirde ülkemizin işi çok zor..
.