Bu gün 23 Nisan, Türk Milleti’nin kendi
kaderini tayin hakkını eline aldığı günün yani TBMM’nin açılışının 95. Yıl
dönümü.
16 Mart 1920’de İstanbul’un düşman
tarafından işgal edilmesi üzerine, bundan bir gün sonra Mustafa Kemal, yeni idare
tarzının belirlenmesi için kurucu Meclis niteliğinde, Milli Mücadele
yanlılarının Ankara’da toplanmasını istemişti.
22 Nisan 1920 günü de çağrı yaparak 23 Nisan
1920 günü toplanan TBMM merasimle açıldı.
Bundan 45 gün sonra da yani TBMM açılışının
95. yılında Türk Milleti kendisini
dört sene için yönetecek milletvekillerini seçmek için yeniden sandık başına
gidecek.
Seçimler gerçek demokrasilerin elbette tek
şartı değildir ama olmazsa olmazlarından en önde gelenidir. O nedenle bir
demokrasi şöleni olması gerekir.
Maalesef durum pek öyle görünmüyor,
Cumhuriyetin temel değerlerinin çiğnenmesinin, inkar edilmesinin doğal hale
geldiği kutuplaşmış bir ülkede var olan hukukunda iktidar tarafından ayaklar
altına alındığı bir seçime gidiyoruz.
Cumhurbaşkanı bir siyasi parti genel başkanı
gibi, adı “toplantı” olan açık hava veya
kapalı salon toplantıları yapıp yandaşı ve hatta fiili lideri olduğu
parti için oy isteyebiliyor.
Ama Allah var parti ismi vermiyor.
Biz aptalız ya.!
Hatta bir adım daha iler gidip “seçimlere kadar otuz tane daha toplantı
yapacağım” diyebiliyor.
Bundan evvel olduğu gibi bu toplantıları da yaparken de devlet imkanlarını kullanacağı da
açık.
Halbuki demokrasi bir kurallar ve kurumlar
rejimidir.
Seçimin kurallarına uyulup uyulmadığını da Anayasal
bir kurum olan Yüksek Seçim Kurulu denetler daha doğru bir ifadeyle denetlemesi
gerekir.
Seçimlerin adil ve eşit şartlarla hukuka
uygun bir şekilde yapılmasından sorumlu olan Yüksek seçim Kurulu, seçim
hukukunu çiğneyen Cumhurbaşkanı’na hukuki çizgisini bile hatırlatmaktan aciz,
korkmuş bir durumda.
Cumhurbaşkanı yemin edip göreve başladığı
günden buyana, bir siyasi parti genel başkanı gibi davrandığı için kendisini haklı olarak eleştiren gazeteciler hakkında yüzeli civarında dava
açmış.
Devlet televizyonu TRT siyasi iktidarın emri
altında, onun borazanı haline gelmiş. hiçbir kuralla kendisini bağlı
saymamakta.
Özel Tv kuruluşları da Cumhurbaşkanı,
Başbakan bir yerde konuşuyorlarsa, konuşmalarının haber değeri olup olmadığına
bakmaksızın, tüm yayınlarını kesip onların konuşmalarını yayınlamakta.
Bu konuşmaların saat hesabı tutulsa akıllara
durgunluk verecek süreler ortaya çıkar.
Nitekim son iki hafta içinde yirmi saatten
fazla konuştuğu söyleniyor.
Bir siyasi parti,”barajı aşamasak ülke
karışır” diyerek devleti tehdit edebilmekte kimse de sesini bile
çıkartamamaktadır.
Şimdi biz eşitler arasında bir seçim
yarışından sonra demokratik bir seçim yapacağız öyle mi?
Kimse kimseyi kandırmasın biz demokratik bir
seçime gitmiyoruz.
Demokratik bir seçimden söz edebilmek için
devlet imkanlarının tüm siyasi partiler açısından eşit şekilde kullanılması
gerekmektedir.
Bırakın siyasi iktidarın devlet imkanlarını
en çirkin şekilde kendisi için kullanmasını, temsilde adaletle hiç alakası olmayan
%10 barajı ile seçime gidiyorsanız, zaten adil bir seçim yaptığınıza kimseyi
ikna edemezsiniz.
Baraj demek, bazı partilere oy veren
insanların oylarının, daha az oy alan partilere oy veren vatandaşın oyundan
daha kıymetli olduğu demektir.
Demokrasi, azınlığında çoğunluk olma
yolundaki tüm imkanlarında açık olduğu rejim değilmidir?
O zaman niye temsilde adaleti sağlayacak barajsız bir seçim sistemini hayata
geçirmiyorsunuz?
Askerlerin yaptığı anayasa ile hiç alakası
kalmamış yürürlükteki Anayasayı “Vesayet Rejiminin Anayasası” diye suçlarken,
seçim kanunu da %10 barajı da “Askeri Rejimin” getirdikleri.
Türkiye’de
önümüzdeki seçimlerin demokratik bir seçim olacağını söyleyebilmek mümkün
müdür?
Kimse
demokratik bir seçime gittiğimizi
beni ikna edemez.Biz “Demokrasicilik” oynuyoruz.