29 Nisan 2015 Çarşamba

KORUNAN KAYNAK MURAT ÖZÇELİK


CHP Genel Başkan yardımcısı olan Murat Özçelik isimli şahıs, birkaç gün evvel, Zaman Gazetesi’nde CHP’nin omurgasını oluşturan milliyetçileri/ulusalcıları partinin üstünden atılması gereken “bagaj/yük” olarak niteledi.
Bu partiye yıllarını vermiş, en üst düzeyde görev yapmış, milletvekili olmuş  kişilerden biri çıkıp da Amerikalılar açısından ”korunan kaynak” olan bu zatı muhtereme gerekli cevabı verecek mi diye bekledim.
Ama maalesef  herkes suskun.
Kimse çıkıp da bana “seçime gidiyoruz parti zarar görmesin” diye sustuk demesin.
Bu tip çıkışlara susmak partinin aleyhine oluyor.
Ama ben bu milliyetçileri “Bagaj”/”yük” olarak niteleyen kişiyi okuyucularıma yakından tanıtmak istiyorum.
Murat Özçelik, 2007-2009 tarihleri arasında Türkiye’nin Irak Özel temsilcisi olarak görev yapmıştır.
Bu şahıs hakkında bir kanaat sahibi olabilmek için Wikileaks belgelerine bakmak yeterlidir.
Ankara ve Bağdat’daki ABD Büyükelçiliklerinden Washington’a, çekilen telgraflar (kriptolar) dikkatlice incelendiğinde Murat Özçelik’in niçin Amerikalılar açısından korunması gereken kaynak olduğu ortaya çıkıyor.
Kriptolardan anlaşılıyor ki, arkadaş Ankara’daki ABD’li diplomatlarla, Irak Özel Temsilcisi olduğu dönemde olağandışı sıklıkta görüşmüş ve bilgiler aktarmış.
ABD Büyükelçiliği mensupları, bu şahıstan aldığı bilgileri Washington’a kripto ile gönderirken, isminin arkasına bazen “Kaynağı koruyun” anlamına gelen  “please protect” ibaresini koymuşlar.
Bu ibare, diplomatik jargonda, “normalde vermemesi gereken bilgileri veren” kaynağın gizli kalması  için kullanılır.
Yani ABD’nin Ankara ve Bağdat’daki diplomatları, Murat Özçelik hakkında bu ibareyi kullanarak Washington’daki kendi merkezlerini “Bu bilgileri kullanırsanız kaynağına atıf yapmayın” yani bu şahsı gizleyin diye uyarmışlar demektir.
Nitekim, ABD Ankara Büyükelçiliğinden Washington’a giden bir kriptoda Murat Özçeleik’in isminin niçin gizli kalması gerektiği “Bize karşı Bakanlık’daki çoğu meslektaşından daha açık ve risk alıyor.” şeklinde çok çarpıcı, bir  diplomat için çok “onur duyulacak!” bir değerlendirmeden anlaşılıyor.
Murat Özçelik, Amerikalılara karşı o kadar açık ki, mensubu olduğu Bakanlığın Müsteşarını Amerikalılara şikayet edebilmiş.
Zira Müsteşar o dönemde “Kuzey Irak Özerk Yönetimiyle” ilişki kurulmasına soğuk bakıp bu zatın önünü açmıyormuş.
Aynı telgrafta (kriptoda)  Genelkurmayın tutumundan da dert yanıyor.
Milliyetçileri/ulusalcıları “yük” olarak niteleyen kişi  bu.
O yük olarak nitelediği milliyetçiler, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkan, çağdaş, ülkelerinin uluslar topluluğunun eşit haklara sahip saygın bir üyesi olması için çaba gösteren, sadece siyaseten değil, ekonomik olarak da bağımsız olmayı hedefleyen, demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan laikliği bir yaşam tarzı olarak kabul eden ve sürekli devrimcilik anlayışını benimseyenlerdir.
Ulusalcıların en büyük özelliği, kalıplaşmayı, durağanlığı, köhneleşmeyi, toplumun ve çağın gerisinde kalmayı içlerine sindirememeleridir.
CHP’nin milliyetçileri partilerinin Avrupa’daki merkez sol partilerle aynı çizgide anılmasından hoşlanmazlar. Korunan kaynak Murat Özçelik’in  “yük”  kabul ettiği CHP’nin milliyetçi kanadının ellerinde Avrupa’nın Merkez sol partilerinin ellerinde olduğu gibi Irak’ta öldürülen bir buçuk milyon Müslüman’ın kanı olmadığı gibi, tam aksine 1 Mart 2003 de TBMM’de sergilenen onurlu duruş vardır.
Onların hiçbiri, ülkeleri hakkında vermemesi gereken  bilgileri yabancı ülke diplomatları ile paylaşmazlar, o nedenle de bir başka ülke tarafından korunması gereken kaynak diye nitelenmezler.
CHP, kurulduğu günden beri sol damarı güçlü bir kitle partisidir. Bu niteliği ile büyük devrimleri gerçekleştirmiştir, o nedenle kimseye ve özellikle de emperyalizme hizmet edenlere benzemek ihtiyacı yoktur.
Hele bir yabancı ülke tarafından korunan kaynak olmaya hiiiiç ihtiyaçları yoktur.
      


26 Nisan 2015 Pazar

GÜZEL VE YALNIZ ÜLKEM


Bu sözler sanatçı Nuri Bilge Ceylan’a ait, ülkemizin içine düşürüldüğü durumu bu kadar güzel ve özlü anlatan bir ifade olamaz.
Her 24 Nisan’dan farklı olarak ve  100. Yılına da denk gelmesi nedeniyle 24 Nisan Sözde Ermeni Soykırımının yıldönümü bu yıl daha büyük etkinliklerle anıldı.
Bu coğrafyada dönemin büyük devletleri, Osmanlı Devletini parçalamak hedefine ulaşmak için bünyesinde yaşayan Hıristiyan milletleri hep kullanmışlardır. Emperyalist büyük güçlerin Osmanlıyı paylaşma arzusu içinde  kullandıkları bir diğer millette Ermenilerdir.
Bu coğrafyada  1. Dünya Savaşında yaşananların sanatçı Ara Güler’in de belirttiği gibi  emperyalizmin bir oyunu olduğunu kabul edebilsek, burada yaşanan acılara emperyalistlerin oyununa gelenlerin sebep olduğunu söyleyebilsek hiçbir sorun kalmayacak.
Ogün Ermenilere Osmanlı toprakları üzerinde, Karadeniz’den Akdeniz’e ülke vaat ederek onları tahrik edip kışkırttıktan emperyalistler, sonra da işleri bitince o insanları kaderleriyle baş başa bırakıp çekip gittiler.
Dün Ermenileri tahrik etmişlerdi, bugünde aynı oyunu Kürtler üstüne oynuyorlar. İşleri bitince onları da kaderleri ile baş başa bırakıp çekip gidecekler.
Emperyalistler daima parçalamaya çalıştıkları ülkelerde elde ettikleri hainleri kullanırlar. Dünde kullanmışlardı bugünde kullanıyorlar.
Aslında bu elde edilmiş hainlerin sayısı az olmakla beraber, sesleri herkesten çok çıkar.
Ermeni diasporası ve onun destekçileri, uluslararası antlaşmalara ve mahkeme kararlarına  aykırı olarak parlamentolarından “Ermeni Soykırım Yoktur” demeyi yasaklayan yasalar veya soykırımı tanıyan kararlar çıkartabilirler, ama biz Türkiye’de, “Ermeni Soy Kırımı bir emperyalist yalandır, bu nedenle Türkiye’de Ermeni soy kırımı yapılmıştır demek yasaktır” diye bir yasa çıkartmaya veya TBMM’den karar almaya kalksak, içerden ve dışarıdan gelecek “düşünce ve ifade özgürlüğü kısıtlanıyor” haklı eleştirilerine hedef olurduk.
Siz hiç yurt içindeki Ermeni Diasporasının elde edilmiş uzantılarının, bölücü Kürtlerin Avrupa parlamentolarının aldığı, “Ermeni soykırımı yoktur”, demeyi yasaklayan yasalar veya kararlar çıktığında, bunlara, “Bu işler siyasetçilerin değil, tarihçilerin ve mahkemelerin işi” diyerek tepki verdiklerini duydunuz mu?
Duyamazsınız, bunların ne söyleyeceklerine kendileri değil onların iplerini ellerinde tutanlar karar verirler.
Geçmişin yaralarını sarmak karşılıklı saygı duymaktan geçer.
1915 olaylarının 100 yıl dönümü vesilesiyle  İstanbul’da Meryem Ana Kilisesinde düzenlenen ve o tarihte hayatını kaybeden Ermenilerin anıldığı ayine Hükümeti temsilen AB’den sorumlu Bakan, yabancı diplomatlar ve çeşitli dinlere mensup ruhani liderler katıldı.
Acaba Diyanet İşleri Başkanlığımız, örneğin Sultan Ahmet Camiinde aynı yıllarda Ermenilerce öldürülen 500 bin Türk için bir Mevlit  okutsa, aynı yabancı dini ve siyasi temsilciler bu Mevlit’e katılırlar mıydı?
Elbette katılmazlar.
Bırakın yabancı din ve siyaset adamlarını, Mustafa Kemal’in büyük nutkunda “Ermeni kitali konusundaki sözler, gerçeğe uygun değildir. Aksine, güney bölgelerinde, yabancı kuvvetler tarafından  silahlandırılan Ermeniler, gördükleri koruyuculuktan cesaret alarak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmaktaydı. İntikam düşüncesiyle her tarafa insafsız bir şekilde  öldürme ve yok etme siyaseti gütmekteydiler. Ermeniler ….binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi.Tarihte bir benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi. Müslümanlar yalnız namuslarını ve canlarını korumak için karşı koymuş ve kendilerini savunmuşlardı” şeklindeki söyleyebildiklerini, bugün söyleyebilecek bir Türk  siyaset adamı var mı?
Ne gezer.
Bunları söyleyebilmek için, bağımsız, kişilikli, ülke çıkarı temelli, Türkiye’nin gücünü ve halkının desteğini arkasına alan ulusal dış politikayı hayata geçirmeyi hedefleyen bir siyası yapıya ihtiyaç vardır, benim yalnız ve güzel ülkem.



   

22 Nisan 2015 Çarşamba

DEMOKRASİCİLİK OYUNU


Bu gün 23 Nisan, Türk Milleti’nin kendi kaderini tayin hakkını eline aldığı günün yani TBMM’nin açılışının 95. Yıl dönümü.
16 Mart 1920’de İstanbul’un düşman tarafından işgal edilmesi üzerine, bundan bir gün sonra Mustafa Kemal, yeni idare tarzının belirlenmesi için kurucu Meclis niteliğinde, Milli Mücadele yanlılarının Ankara’da toplanmasını istemişti.
22 Nisan 1920 günü de çağrı yaparak 23 Nisan 1920 günü toplanan TBMM merasimle açıldı.
Bundan 45 gün sonra da yani TBMM açılışının 95. yılında Türk Milleti kendisini dört sene için yönetecek milletvekillerini seçmek için yeniden sandık başına gidecek.
Seçimler gerçek demokrasilerin elbette tek şartı değildir ama olmazsa olmazlarından en önde gelenidir. O nedenle bir demokrasi şöleni olması gerekir.
Maalesef durum pek öyle görünmüyor, Cumhuriyetin temel değerlerinin çiğnenmesinin, inkar edilmesinin doğal hale geldiği kutuplaşmış bir ülkede var olan hukukunda iktidar tarafından ayaklar altına alındığı bir seçime gidiyoruz.
Cumhurbaşkanı bir siyasi parti genel başkanı gibi, adı “toplantı” olan açık hava veya  kapalı salon toplantıları yapıp yandaşı ve hatta fiili lideri olduğu parti için oy isteyebiliyor.
Ama Allah var parti ismi vermiyor.
Biz aptalız ya.!
Hatta bir adım daha iler gidip “seçimlere kadar otuz tane daha toplantı yapacağım” diyebiliyor.
Bundan evvel olduğu gibi bu toplantıları da  yaparken de devlet imkanlarını kullanacağı da açık. 
Halbuki demokrasi bir kurallar ve kurumlar rejimidir.
Seçimin kurallarına uyulup uyulmadığını da Anayasal bir kurum olan Yüksek Seçim Kurulu denetler daha doğru bir ifadeyle denetlemesi gerekir.
Seçimlerin adil ve eşit şartlarla hukuka uygun bir şekilde yapılmasından sorumlu olan Yüksek seçim Kurulu, seçim hukukunu çiğneyen Cumhurbaşkanı’na hukuki çizgisini bile hatırlatmaktan aciz, korkmuş  bir durumda.
Cumhurbaşkanı yemin edip göreve başladığı günden buyana, bir siyasi parti genel başkanı gibi davrandığı için   kendisini haklı olarak eleştiren  gazeteciler hakkında yüzeli civarında dava açmış.
Devlet televizyonu TRT siyasi iktidarın emri altında, onun borazanı haline gelmiş. hiçbir kuralla kendisini bağlı saymamakta.
Özel Tv kuruluşları da Cumhurbaşkanı, Başbakan bir yerde konuşuyorlarsa, konuşmalarının haber değeri olup olmadığına bakmaksızın, tüm yayınlarını kesip onların konuşmalarını yayınlamakta.
Bu konuşmaların saat hesabı tutulsa akıllara durgunluk verecek süreler ortaya çıkar.
Nitekim son iki hafta içinde yirmi saatten fazla konuştuğu söyleniyor.
Bir siyasi parti,”barajı aşamasak ülke karışır” diyerek devleti tehdit edebilmekte kimse de sesini bile çıkartamamaktadır.
Şimdi biz eşitler arasında bir seçim yarışından sonra demokratik bir seçim yapacağız öyle mi?
Kimse kimseyi kandırmasın biz demokratik bir seçime gitmiyoruz.
Demokratik bir seçimden söz edebilmek için devlet imkanlarının tüm siyasi partiler açısından eşit şekilde kullanılması gerekmektedir.
Bırakın siyasi iktidarın devlet imkanlarını en çirkin şekilde kendisi için kullanmasını, temsilde adaletle hiç alakası olmayan %10 barajı ile seçime gidiyorsanız, zaten adil bir seçim yaptığınıza kimseyi ikna edemezsiniz.
Baraj demek, bazı partilere oy veren insanların oylarının, daha az oy alan partilere oy veren vatandaşın oyundan daha kıymetli olduğu demektir.
Demokrasi, azınlığında çoğunluk olma yolundaki tüm imkanlarında açık olduğu rejim değilmidir?
O zaman niye temsilde adaleti sağlayacak barajsız bir seçim sistemini hayata geçirmiyorsunuz?
Askerlerin yaptığı anayasa ile hiç alakası kalmamış yürürlükteki Anayasayı “Vesayet Rejiminin Anayasası” diye suçlarken, seçim kanunu da %10 barajı da “Askeri Rejimin” getirdikleri.
 Türkiye’de önümüzdeki seçimlerin demokratik bir seçim olacağını söyleyebilmek mümkün müdür?
Kimse  demokratik bir seçime gittiğimizi  beni ikna edemez.Biz “Demokrasicilik” oynuyoruz.





19 Nisan 2015 Pazar

BAYKAL UYARMIŞTI


Avrupa Parlamentosu geçtiğimiz 12 Mart günü  “Dünya İnsan Haklarının ve Demokrasinin Durumu ve AB’nin Bu konudaki Politikası”  başlıklı bir rapor kabul etmişti.
Bu raporunun 77. Maddesinde “ Ermeni Soykırımının 100. Yıldönümü yaklaşırken, AB üyesi devletlerini ‘Ermeni Soykırımı’nı hukuksal alanda tanımaya çağırır ve AB üyeleri ile kurumlarını soykırımın tanınmasının  geliştirilmesine daha fazla katkı yapmaları konusunda cesaretlendirir” denmektedir.
Geçtiğimiz hafta Çarşamba günü de Avrupa parlamentosu  doğrudan, Türkiye’yi tarihi ile yüzleşmeye ve  henüz de sözde  soykırımı tanımamış AB üyesi ülkeleri de soykırımı tanımaya çağıran, bir karar aldı.
Bu karar AB’nin temel değerlerinden biri olduğunu iddia ettiği “barış ve uzlaşı kültürü ile bağdaşmamasının yanında, tarihi gerçekleri yansıtmadığı gibi, ayrıca AHİM kararları ile de uyuşmamaktadır.
Avrupa Parlamentosunun bu kararından sonra bizim cenahtan, AB’den sorumlu bakan “Karar Türkiye ve Türk Milleti için yok hükmündedir” açıklamasını yaparken, ciddi entelektüel birikimi olan bir başka AKP milletvekili de “İt ürür kervan yürür”  şeklinde çok bilimsel bir tepki verdi.
Avrupa Parlamentosu kararları, AB üyeleri için tavsiye niteliğinde olduğundan, üyeler bu karara uymak zorunda değillerdir. Nitekim, ilk anda Almanya ve Danimarka da bu konun “tarihçilerin işi olduğunu” açıkladılar.
Türk basını da  3 Ekim 2005 tarihli “Müzakere Çerçeve Belgesi” nin  10. Maddesini görmezden gelip, “Bu karar Türkiye’yi de bağlamaza” getirdiler.
Keşke durum böyle olsaydı.
AKP’nin hazırlık aşamasından toplumdan saklayarak imzaladığı, Türkiye’yi bir emrivaki ile karşı karşıya bıraktığı “Müzakere Çerçeve Belgesi” nin 10.maddesi: “Katılım, Birlik müktesebatı olarak bilinen, Birlik sistemine  ve Birliğin  kurumsal çerçevesine bağlanan hak ve yükümlülüklerin kabulünü gerektirir.Türkiye bu müktesebatı, katılım tarihindeki haliyle uygulamak zorundadır….. Müktesebat sürekli olarak gelişmekte olup aşağıdakileri içermektedir” dedikten neleri içerdiği sayılıp ve son olarak da “Birlik çerçevesinde kabul edilen hukuken bağlayıcı olan veya olmayan diğer belgeler ..”   demiştir.
Bu metin karşısında durum açıktır.Avrupa Parlamentosunun “Soykırım” kararı şu an için Türkiye açısından bağlayıcı olmasa bile  Müzakere Çerçeve Belgesi”ne göre, Avrupa Parlamentosunda kabul edilmiş olduğundan, hukuki bağlayıcılığı olsun olmasın, Türkiye tam üye olurken bunu kabul etmiş sayılacaktır. Yani başkaları için hukuken bağlayıcılığı bulunmayan metinler, Türkiye için tam üyelik aşamasında bağlayıcı olacaktır.
Bu kadar teslimiyetçi bir hüküm, uluslararası bir metinde ilk kez yer alıyor.
Hatırlanacağı üzere 17 Aralık 2004 günü AB zirvesi, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlatılmasına karar verdi. Ama öyle bir karar aldı ki, müzakerelerin üyelik ile sonuçlanmayacağını daha o zaman açıkça belli etti.
Baykal, o sırada  Brüksel’de AB toplantısına katılmakta olan Başbakan’a açık çağrı yaptı, “Bu belge kabul edilemez. Uçağa bin gel. Sana destek veriyoruz. Bütün sonuçlarına birlikte katlanalım” dedi.
Tabii her zaman olduğu gibi, büyük devlet adamlığı kendinden menkul Tayyip Erdoğan bunu kabul etmedi.
Neydi bunlar?
Müzakerelerin ucu açık olacaktı, yani ne zaman sonuçlanacağı önceden belirlenmeyecekti.
Türkiye üyelik yükümlülüklerini tam olarak yerine getiremezse, o zaman da AB yapılarına en güçlü bağlarla tamamen demirlenmesi sağlanacaktı.(sanki köle akdi)
Komisyon tarafından uzun geçiş döneminde, insan dolaşımı, yapısal politikalar ve tarım gibi alanları kapsayacak istisnalar, özel düzenlemeler ve kalıcı koruyucu hükümler getirilebilecek.  
Bu tür düzenlemeler,ne 2004’ten önce ve ne de sonra herhangi bir aday için uygulanmış koşullar değildi ama Türkiye için kondu.
Aslında 17 Aralık 2004 kararları ile Türkiye’nin AB perspektifi o gün kapanmıştı, AB tabutumuza son çiviyi de 3 Ekim 2005 Müzakere Çerçeve Belgesi çaktı.Özellikle de 10. Maddesi ile.
O zaman da Baykal ve diğer CHP li yöneticiler bu belge ile bir yere varılamayacağını haykırdılar ama nafile idi.

 




15 Nisan 2015 Çarşamba

PAPA HAÇLI SEFERİ İLAN ETTİ


Katolik dünyasının Arjantin Vatandaşı ruhani lideri Papa Francesco, 10 Nisan 2015 günü Vatikan’da düzenlediği ayinde 1915 Ermeni olayları için “20. Yüzyılın ilk soykırımı Ermeni milletine yapıldı” dedi.
Türk hükümeti, Vatikan’ın Ankara Büyükelçisini Dışişlerine çağırıp, diplomatik uygulamada en düşük seviyeli (en hafif) karşılık anlamına gelen “hayal kırıklığı”  bildirmekle yetindi.
Bakanlık Büyükelçiye, Hitlerin milyonlarca Yahudi’yi temerküz kamplarına gönderip gaz odalarında katlederken, bütün dünyadan soykırımın engellenmesi için yükselen çığlıklara, Papalığın “tarafsızlık” bahanesinin arkasına sığınarak sessiz  kalmış olduğunu anımsatabilirdi.
Bu sessiz kalış Papalığı en hafif tabiriyle o insanlık suçunun fer’i faili yapmıştır. Bu dosya da henüz kapanmamıştır.
Katolik Kilisesinin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki tutumunun arkasında Yahudi Düşmanlığının bulunduğu açıktır.
Yıllar sonra, 1998 yılında Vatikan’ın Yahudi halkına daha fazla(!) yardım yapamadığını beyan ederek özür dilemesi Musevi halkını da tatmin etmemiştir.
1892’ de yapılan Taşnak toplantısında , 1915’den yaklaşık çeyrek asır önce  Osmanlıya karşı ayaklanmanın planlarını yapılmıştır.
Bu alınan kararların  hasmane bir davranış olduğunu Taşnak Kurucusu ve Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni “….1914 sonbaharında Ermeni gönüllü grupları kuruldu ve Türklere karşı dövüştüler. Bunun aksi olamazdı. Zira yaklaşık çeyrek asırdan bu yana Ermeni toplumu belli ve kaçınılmaz bir psikolojiyle beslenmişti. Bu haleti ruhi yenin tezahürü gerekliydi ve gereken oldu” demiştir.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş Papa’nın, konunun  birçok tarihçi ve yazarın bilgi ve belgeye dayalı değerlendirmeleriyle “salt askeri ve stratejik gerekliliklerle alınmış bir karar ve nefsi müdafaa hareketi olduğu” kabul edilmişken bunları görmemezlikten gelmiş olması işgal ettiği makamın ağırlığı ile bağdaşmamaktadır.
Papa’ya birisinin de hatırlatması gereken bir diğer husus da; Ermeni propagandasının etkisinde kalmayan çoğu Amerikalı, 69 bilim insanın  Ermeni Soykırımının  büyük bir yalan olduğunu  19 Mayıs 1985’te, o tarihte Washington Büyükelçisi Şükrü Elekdağ’ın öncülüğü ile harekete geçerek,   Washington Post gazetesinde yayınladıkları bir bildiri ile ortaya koymuş olduğudur.
Konunun bağımsız tarihçiler tarafından, Türkiye, Ermenistan ve Rusya dahil, ilgili tüm ülke arşivlerine erişim olanakları kendilerine tanınarak, iddiaların gerçekçi ve doğru zeminde, önyargılara kapılmadan incelenmesi gerektiği yolundaki Türk tezi, Ermeniler tarafından ısrarla reddedilmektedir.
 Sadece reddedilmekle kalınmamış bağımsız tarihçileri yıldırmak için de ellerinden gelen çabayı sergilemişlerdir.
Tehcir olayı, savaş koşullarında, Ermeni çetelerinin saldırılarından dolayı mecbur kalındığı için yapılan  en insani çözümdür. Osmanlı tehcir ettiği Ermenileri, Rusların 1 milyon Müslüman ahaliyi cepheye sürdüğü gibi Rus cephesine sürmemiş, tam aksine emniyetli olan Güneye nakletmiştir.
Papa’ya birilerinin ASALA’nın katlettiği Türk diplomatlarını ve çok daha yakın tarihteki Hocalı Katliamını hatırlatması gerekiyor.
Papa, işgal ettiği makama yakışmayan bir şekilde, sırf Ermenilerin bitmek bilmeyen kinlerini tatmin etmek  uğruna böyle bir açıklama yapmıştır.
Bu açıklamanın arkasında da Türk ve İslam düşmanlığı vardır. Bu bir Haçlı mantığıdır.
Bir din adamının dinler arası çatışmanın yükseldiği bir dönemde daha ılımlı, her şeyden evvel bilgiye dayalı  bir açıklama yapması gerekirdi.
Türkiye, toplu olarak bu açıklamaya en sert tepkiyi vermediği gibi hatta bazı siyasi partiler ya sessiz  kalarak ya da soykırım savunucusunu aday yaparak bu açıklamaya dolaylı destek vermişlerdir.  

Bu nedenle, Papa’nın  bundan sonraki söylemi de,  “Türk kurtuluş savaşı bir etnik temizliktir” olursa hiç şaşırmamak gerekir.

12 Nisan 2015 Pazar

HADDİNİ BİLMEZLER


CHP İstanbul 2. Bölge birinci sıra kontenjan adayı Selina Özuzun Doğan, adaylığının CHP içindeki değişimin en önemli kanıtı olduğu ve adaylığının Ermeni soykırımının 100. Yılına gelmesinin simgesel bir anlamı olduğunu söylemiş, bununla da yetinmemiş Ermenistan hudut kapısının açılması için çaba göstereceğini beyan etmiş.
Her ne kadar parti yöneticilerinin ikazı üzerin geri adım atıp, bu söylediklerini Agos gazetesi internet sitesinden sildirmiş de olsa, gerçek düşüncesinin o yönde olduğu inkar edilemez.
Bu hanım anlaşılıyor ki, adayı olduğu partinin en yetkili organı olan Kurultay’dan geçmiş programını bile okumamış.
CHP Programı “Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi de, bu ülkenin işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi, dünyadaki Ermeni örgütleri vasıtasıyla Türkiye’ye karşı uluslar arası hukuka aykırı biçimde soykırım iddiasıyla girişimlerde bulunmaktan vazgeçmesi ve Ermeni Devleti’nin resmi belgelerinde Türkiye’ye ait bazı topraklarda Ermenistan’ın emelleri olduğu izlenimini veren ifade ve sembollerin çıkartılması koşullarına bağlıdır.
CHP, Sözde Ermeni soykırımı iddiasıyla ülkemizin haksız ön yargılarla suçlanmasına karşı bugüne kadar PARTİMİZ ÖNCÜLÜĞÜNDE SÜRDÜRÜLEN KARARLI DURUŞA SAHİP ÇIKMAYA DEVAM EDECEKTİR.
        Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önceki dönemde gerçekleştirildiği iddia edilen sözde Ermeni soykırımı konusunda ülkemizi suçlayıcı keyfi kararlar alınmaktadır. CHP, 1948 de BM genel Kurulu’nda oy birliği ile alınan kabul edilen Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi tarafından yapılan açık tanım çerçevesinde, konun bağımsız tarihçiler tarafından, Türkiye, Ermenistan ve Rusya dahil ilgili tüm ülke arşivlerine erişim olanakları kendilerine tanınarak, iddiaların gerçekçi ve doğru zeminde, önyargılara kapılmadan incelenmesi gerektiği görüşündedir” demektedir.
Öyle anlaşılıyor ki Selina Doğan CHP’den aday gösterilmesinin değerini anlayamadığı gibi, adayı olduğu partinin programını okumuş bile olsa, bu seferde CHP’nin en yetkili organı olan Kurultay’ına meydan okumaktadır.
Milletvekili adayının CHP parti programına aykırı açıklamaları karşısında susan ve hatta buna destek veriyormuş kanaati uyandıracak söylemlerde bulunanParti Genel Başkanı ve Genel Başkan yardımcısının açıklamaları, Kurultayı hiçe sayarak Sözde Ermeni Soykırımını dolaylı olarak tanımak anlamına gelir.
Bu hanım aday anlaşılıyor ki, Türkiye’de oluşturulan ASALACI ENTEL GRUBUN bir üyesidir.
Bu şahsın CHP’den aday gösterilmesi ve Kılıçdaroğlu’nun bunu Dünya’ya bir mesaj olarak nitelemesi maalesef çok yaralayıcı olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki, ne partinin tepe yöneticiler ve ne de Selina Doğan, CHP’de Atatürk’ün İsmet Paşa’nın oturdukları koltuklarda oturmanın ve ne  de aday gösterilmenin değerini anlayamamışlar. Bunlara bulundukları konumun değeri acilen kendilerine anlatılmalıdır. Bunların bulundukları konumlarını, soykırım önyargıları varsa, ki var olduğu anlaşılıyor, bu konudaki nefretlerini yaymak için istismar etmelerine fırsat verilmemelidir.
Bu fırsat kendilerine verilirse, bunun bir adım sonrası, Türk Kurtuluş Savaşı “Bir Etnik Temizliktir” “Dersim’de Soykırım yapıldı” iddialarını gündeme getirmek olacaktır.
Nitekim Selina Doğan, Kurmeş Derneği Resmi sitesinde “Atatürk, dersim soykırımının siyasi sorumluluğunun tartışmasız birinci derece sorumlusudur”,  diye yazmıştır.
Bir başka açıklamasında da “Son yüzyıl içinde soykırımın (Dersim) en başarılı aktörü kuşkusuz CHP’dir” demiştir.
Bunları söyleyen bir kişinin aday gösterilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerini savunan CHP’yi “köhne, işe yaramaz, suca batmış, geçmişte işlendiği iddia edilen suçların ya faili, ya suç ortağı ya da görmezden gelen bir parti olarak” beyinlere yerleştirmeye çalışmaktır.
“Y-CHP”  söylemi de bunun tek kelimeyle özetidir.
Birilerinin parti yönetici ve adaylarına, değişmediği, değiştirilmediği sürece parti programına aykırı şeyler söyleyemeyeceklerini  anlatması gerekmektedir.
Parti programına aykırı söylem, Kurultay iradesini yok sayan had bilmezliktir.


8 Nisan 2015 Çarşamba

BU BİR TERÖR SALDIRISIDIR.


Fenerbahçe futbol takımını Rize’den Trabzon hava limanına götüren, üstünde Fenerbahçe yazısı ve amblemi taşımayan  otobüse oto yol da giderken ve hem de sürücüsünü hedef alarak ateş açılmıştı.
Bütün uzmanlar bu saldırının  tipik bir “profösyönelin” işi olduğunu söylüyor.
Aracın ön camında sade vatandaşın bile rahatlıkla görüp algılayabileceği bir kurşun deliği varken, devletin Valisi bu saldırıya insan aklıyla alay edercesine “taşla” yapılan bir saldırı diyebilmiştir.
Olay bir futbol fanatiğinin işi olarak gösterilip geçiştirilebilecek bir olay değildir.
Bu ülkeyi kaosa sürüklemek isteyenlerin, hiç acımadan onlarca insanı öldürmeye bilerek ve isteyerek kalkışmasıdır.
Bu yazının yazıldığı saatlerde iki kişinin olayın faili olarak göz altına alındığı haberleri vardı.
Belki bu iki kişi hakikaten olayın failleri de olabilirler.Bunlar belki de bir kulübün fanatik taraftarlarıdırlar.
Biran için bunları birer kulüp fanatiği olarak düşünsek de, olayı böyle kapatamayız.
O zaman spor alanlarında ufak çaplı holigan davranışlar olduğu zaman gereken tedbirleri almalıydık. Önce iki rakip takımın taraftarlarının yan yana oturtmayı beceremedik.
Sonra bazı kulüplerin taraftarlarının, bir başka kulübün sahasındaki maça gitmesini yasakladık.
“Oh olay çıkmıyor” diye sevindik.
Hani okullar olmasa maarifi ne güzel yönetirdim diyen Osmanlı Paşası mantığıyla.
Deplasmana giden taraftar otobüslerinde palalar, bıçaklar havada uçuştu tedbir aldık mı?
Almadık. Her işimiz alaturka.
Olayı basit polisiye vakıa gibi gördük.
Takım oyunlarının adı üzerinde bir oyun olduğunu, seyrinden keyif alınması gerektiğini bu topluma anlatamadık.
Yaşanan olay nedeni ile  gözaltındaki iki  şahsın sorgulamaları yapılırken, Trabzonspor kulübü Başkanın Trabzon Emniyet Müdürlüğüne  gidip bilgi almasını da yadırgadım.
Emniyete, Valiliğe bu konuyla ilgili olarak gereksiz bir şekilde gidersen göz altındaki insanların yakınları da “Senin yüzünden oldu” der.
Bu iki şahıs taraftarda olsa Trabzonspor Kulübü ile ne ilgisi var.Her taraftarın işlediği suçtan sonra kulüp yöneticileri Emniyete mi gidiyor?
Yoksa bu “Ben suç işleyene de sahip çıkarım” gösterisi mi?
Ayrıca bütün sağduyu sahibi spor adamları bu işin bir spor holiganizmi olmadığını, Trabzonspor Kulübü ile ilgisi olamayacağını söylerken, bu söylenenleri tekzip edercesine,  oraya gitmesi anlamsız  bir davranıştır.
Bir ülkede kaos ortamı yaratmak isteyenler, daima tetikçi kullanırlar. Bu tetikçi suça meyilli herkes olabilir. Kimi zaman etrafı kana bulamak için  para karşılığı kullanılan  bir başka terör örgütü, kimi zaman uyuşturucu verilmiş bir şahıs, ya da bir kulüp fanatiği.
Mühim olan bu tetikçileri kimin hangi amaçla kullandığının ortaya çıkartılmasıdır.
Ülke seçim sathi mailine girmişken, uluslararası ilişkilerde darbe üstüne darbe yerken ve ekonomik bir çöküntüye giderken, böyle bir kaos ortamından kimin yararı olabilir…..
Elde edilmek istenen sonuç, siyasi kaset skandalında olduğu gibi acaba gene Türkiye’yi dizayn etme çabası mıdır?
Bu olayın perde arkasını ortaya çıkartmak, aynen kaset olayında olduğu gibi, herkesin görevidir.
Onlarca insanın ölümünün hedeflenmesi basit bir spor holiganizmi ile izah edilemeyecek olay olmadığı gibi, Türkiye’nin en çok taraftara sahip kulübünün sporcularına yönelik olması da olayı daha  ciddi boyutlara taşımaktadır.
Bunun arkasında kimler vardır. Hangi örgüt vardır.
Ordusuna bile kumpas kurulan bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım.
Bu olayın gerçek yüzü ortaya çıkartılamazsa, bundan sonra her dakika böyle vahim, vahimden de öte olaylarla karşılaşırız.

Onun içindir ki devletler en ufak suçlarla dahi mücadele ederler, küçük suçlar görmezden gelinirse, her gün daha ağır suçlar işlenmeye başlar.

5 Nisan 2015 Pazar

YÜKSEK SEÇİM KURULUNUN KORUMASINDA TAYYİP ERDOĞAN


Yüksek Seçim Kurulu (YSK) MHP’li ve CHP’li milletvekillerinin, Cumhurbaşkanı’nın  AKP’den yana taraf olarak davrandığından bahisle yaptıkları şikayetlerini oybirliği ile reddetmiştir.
Reddederken “298 sayılı yasa, kurula sadece siyasi partiler ve adaylar yönünden inceleme yapma yetkisi veriyor. Cumhurbaşkanı’nın faaliyetlerini inceleme ya da durdurma yetkimiz yok” demiştir.
Bu red kararı da, aynen Cumhurbaşkanı’nın tutum ve davranışları gibi Anayasaya aykırıdır.
Önceki Adalet Bakanlarından Prof. Dr Aysel Çelikel ”Cumhurbaşkanı’nın, sorumsuzluk ilkesi arkasına sığınarak, hukuk devleti ilkesini ihlal etmesi, mitingler düzenleyip seçimlerde AKP İktidarı için oy istemesi açık bir Anayasa ihlalidir” diyerek çok doğru bir tespit yapmıştır.
Bu tespit ne kadar doğruysa YSK’nın kararı da o kadar yanlıştır ve  Anayasaya aykırıdır.
Anayasamızın “Seçimlerin genel yönetim ve denetimi” başlığını taşıyan 79. Maddesini değişik 2. fıkrasında “ Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden  sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikayet ve itirazları inceleme ve kesin karar bağlama ……..görevi Yüksek Seçim Kurulu’na aittir” denmektedir.
Cumhurbaşkanı işlem ve eylemlerinde sorumsuzdur, ancak bu sorumsuzluğu, Anayasanın kendisine verdiği görev ve yetkilerini kullanırkendir.   
Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçları YSK tarafından 13 Ağustos 2014 tarihinde ilan edilmiştir.
Bu ilanın yapıldığı anda, artık kendisi Cumhurbaşkanı olmuştur ve partisi ile ilişkisi kendiliğinden kesilmiştir. Tarafsızlığı da o an itibariyle başlar.
YSK’nın ilanından sonra, Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş kişi tüm işlem ve eylemlerinde “tarafsız”  davranmak zorundadır.   
Tarafsızlığı gereği de  tüm kişi ve kuruluşlara eşit mesafede durmak zorundadır. Bu nedenle hiçbir zaman bir parti lehine propaganda faaliyetlerine katılıp, oy isteyemez. 
Böyle bir hakkının  olmaması doğaldır, zira; seçildiği anda partisi ile ilgisi kesilir ve artık  tarafsız olmak zorundadır.
Elbette Anayasa koyucu “BÜYÜK TÜRK MİLLETİ VE TARİH HUZURUNDA, NAMUSUM VE ŞEREFİM ÜZERİNE ANDİÇERİM”
diyen bir kişinin, Anayasayı bu şekilde çiğneyebileceğini aklına bile getiremediği  için buna  bir müeyyide öngörme gereksinimini hissetmemiştir.
Cumhurbaşkanı olmuş bir kişinin “Ben alışılmamış bir Cumhurbaşkanı olacağım” demek hak ve yetkisi de yoktur, burası muz cumhuriyeti değildir.
Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devletidir, herkesin hak ve yetkileri Anayasa ve yasalarla tespit edilmiştir, kim, hangi makamı işgal ederse etsin Anayasaya uymak zorundadır.
Böyle bir cümle kullanması ve buna bağlı olarak görev ve yetkileri dışında, sorumsuzluk ilkesinin arkasına sığınıp işlem ve eylemlerde bulunması, anayasanın hukuk devleti ilkesinin çiğnenmesidir.
Tarafsızlığını alenen ihlal eden  bir Cumhurbaşkanı’na da, hukuk devleti çerçevesinde bir mercii “dur demek zorundadır” 
Anayasanın 11. Maddesi “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” demektedir.
Bu maddenin hiçbir yerinde Cumhurbaşkanları bundan muaftır denmemektedir.
Tarafsızlığı bir Anayasal zorunluluk olan Cumhurbaşkanı, eğer bu ilkeyi, sorumsuzluk ilkesinin arkasına sığınıp çiğnemeye başlayıp, bir parti yöneticisi gibi davranıyorsa, seçimlerin dürüstlüğünden bahis etmek artık mümkün değildir.
Zira; Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçildiği günden beri  12 yıl Genel başkanı olduğu partinin, bugünde yöneticisi gibi hareket etmiş ve etmektedir.
Bu nedenle YSK,  Cumhurbaşkanı’nın faaliyetlerini inceleme ya da durdurma yetkimiz yoktur” diyemez.
YSK,  Cumhurbaşkanı’nın bu durumunu tespit eder ve bir genelgeyle kamuoyuna duyurur.

Böylece kendisini de bağlayan Anayasaya uygun davrandığını, herkesin de, hatta Cumhurbaşkanı’nın bile,  Anayasaya uygun davranması gerektiğini ortaya koyar.

1 Nisan 2015 Çarşamba

TERÖR


Demokrasilerin en büyük düşmanı terör Salı günü gene bize kapkara bir gün yaşattı.
Görevi başındaki bir Savcı teröristler tarafından önce rehin alındı arkasından da şehit edildi.
Bunun tek suçlusu AKP İktidarıdır.
Herhangi bir terör örgütüyle müzakereye başladığınız andan itibaren diğer terör örgütlerinin de iştahını kabartırsınız.
Siz iktidar olarak binlerce insanın ölümünden sorumlu terör örgütünü ve onun elebaşını muhatap alıp meşrulaştırırsanız, diğer terör örgütleri de aynı yollardan geçerek istediklerini alacaklarını düşünürler.
Dün yaşanan olay da aynen böyle olmuştur.
Teröristlerin ileri sürdüğü şartlardan biri çok dikkat çekicidir.
Berkin’i öldüren polisleri halk mahkemesi yargılasın” şartı devletin Güneydoğu’da  yaşattığı utancın yüze vurulmasıdır.
Güneydoğuda PKK mahkemeler kurup, adam yargılıya biliyorsa, sözde kolluğu ile yol kesip hüviyet kontrolü yapıyor da devlette buna göz yumuyorsa, DHKP-C terör örgütü mensupları da aynı talepte bulunur.
PKK ile masaya otururken analar ağlamasın deniyordu, bu  analar ağlamasından  kast edilen  sadece PKK terör örgütü mensuplarının analarımıydı.
Dün öldürülen Savcının anası, babası, eşi çocukları ağlayacaklar,ağlıyorlar, onların göz yaşlarının PKK terör örgütü mensuplarının yakınlarının göz yaşları kadar  değeri yok muydu?
AKP iktidarı, bu Cumhuriyeti yıkmak için elinden geleni yapıyor, önce memleketi, Türk, Kürt diye ayrıştırdılar, şimdi de Sünni Alevi diye ayrıştırıyorlar.
Önce Berkin Elvan’ın annesini kitlelere yuhalattılar, devlet olarak sanıkları kulağından tutup yargı önüne getirmediler, getirilmemesini de büyük bir sorumsuzluk örneği göstererek hiçbir şey yokmuş gibi seyrettiler.
Bu dinci mezhepçi ayrıştırma aynen dış politikaya da yansıdı. Zira; iç politika dış politikanın aynasıdır.
Uygulan  dış politikada aynen iç politika gibi, burada nasıl Sünni Alevi ayrıştırmasını kaşıdılar, dış politikada da Sünniler ile Şiiler arasındaki çatışmada taraf oluyorlar. Dinci/mezhepçi, ABD politikalarının maşası oluyorlar.
Halbuki Cumhuriyet tarihi boyunca, Cumhuriyet hükümetleri bu bölgede Arapların içişlerine karışmama, Araplar arası çatışmalarda tarafsız kalma politikasını başarıyla uygulamışlardı.
Şimdi bundan dönülüyor, ülke Ortadoğu bataklığına sürükleniyor.

Şimdi de olayları çözeceğiz diye PKK terör örgütüyle yaptıkları gibi, DHKP-C terör örgütüyle de mi masaya oturacaklar?.
Twitter  fenomeni Fuat Avni 11 Ocak 2015 de attığı twitte, MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın DHKP-C terör örgütüyle görüşmelere başladığını, örgütün tekrar eylemler gerçekleştireceğini yazdı.
Fuat Avni’nin bu yazdıkları da diğer yazdıkları gibi doğruysa, bunu ülke de kaos çıkartıp, başkanlık rejimine geçmenin önünü mü açmak istiyorlar?
Yoksa ülkede olacak bütün terör faaliyetlerini eski kankaları, yol arkadaşları cemaatin mi üstüne yıkacaklar?
Böyle bir görüşmenin  olup olmadığının en kısa süre içinde  açıklanması gerekiyor.
Tabii evvelce de “PKK ile görüştü diyenler namerttir, şerefsizdir” dedikten sonra biranda bu söylediklerini yutmak zorunda kaldıklarını unutmadan.
AKP iktidarı, Osmanlı İmparatorluğunun Balkan ve 1. Dünya savaşlarında yaşadığı küçülmeyi,  masa başında terör örgütüne “Özerklik” kisvesi altında bağımsızlığa giden yolu açarak beceriyor.
Bunu yaparken Meclis içi ve dışı destekçileri de var.
Hep beraber kullandığınız slagonunuz da “analar ağlamasın”.
Analar ağlamasın ama varsın ülke bölünsün, küçülsün, ne gam.