Türkiye’de bugüne
kadar o kadar çok gazeteci hapse atıldı, ama Can Dündar ve Erdem Gül’ün
tutuklanmaları çok ses getirdi.
İnsanlar haber
yaptığı için gazetecinin tutuklu yargılanmasını kabul edemiyorlar.
Tabii iktidar
gazetelerin gazetecilik faaliyetlerinden değil, terör örgütüne destek nedeniyle
tutuklandıklarını söylüyor da, buna da kimse inanmıyor.
Cumhurbaşkanı, MİT
TIR’ları haberinden sonra Can Dündar’ı kast ederek,”Bunun bedelini ödeyecek” ya
da bu anlama gelecek sözler sarf ettikten sonra, insanların bu iki gazetecinin
terör örgütüne destek verdikleri için tutuklandıklarını inanmasını beklemek
saflık olur.
Bu durum aslında
Türkiye için her şeyin kötüye gittiğini gören Tayyip Erdoğan ve çevresinin
panikleyerek basını baskı altına alma çabalarıdır.
Gazeteci haber
kaynağını açıklamak zorunda değildir. Bu nedenle iktidarların hoşuna gitmeyen
bir haberin kaynağını açıklamayan her gazeteci, “Sen bu haberi yaparak şu terör
örgütüne üyesi olmamakla beraber, destek sağladın” suçlamasıyla
karşılaşabilecektir.
Basın özgürlüğünü
gerçek anlamda yaşayan bir ülkede gazeteci velev ki, bir sırrı açıklamış olsun,
devletin görevi o sırrı gazeteciye sızdıranı bulup yargı önüne çıkartmaktır.
İktidarların devlet
sırrı olarak nitelediği bir konu, eğer ülkenin genel yararları ile çelişiyorsa
bunu halkın bilmesi gerekir.
Zira basının en
önemli görevlerinden biri de, halkın siyasal tercihlerini doğru yapabilmesi
için halkı bilgilendirmektir.
Ülkede yaşananlar
hakkında bilgisi olmayan bir toplum, seçmek gibi en temel demokratik hakkını
nasıl doğru olarak kullanabilecektir.
Belli zaman
aralıkları ile seçim sandığının halkın önüne konması tek başına demokrasinin
varlık göstergesi değildir.
Bütün totaliter
rejimler de belli dönemlerde seçim sandığı halkın önüne konur, bu sandık koyma
onların totaliter niteliğini değiştirmez.
Hitler
Almanya’sında, Sovyetler dönemimde Sovyet Rusya’da, Saddam’ın Irak’ında ve benzer ülkelerde ortaya hep sandık kondu,
ama bu ülkelerde çağdaş anlamda bir basın
özgürlüğü söz konusu olmadığından oralarda demokrasinin varlığından söz
edilmiyordu.
Bu nedenle Can
Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanma olayına, bu şahısların kişiliğinin ötesinde
bakmak gerekir.
Bu nedenle bu olaya
salt hukuk açısından bakmak lazım, Can’ın “Mustafa filmine” kızabilirsiniz,
onun Silivri davaları karşısındaki tutumuna isyan edebilirsiniz ya da Erdem
Gül’ün “Türk Milleti diye bir millet yoktur” sözü sizi rahatsız da etmiş
olabilir, ama bu iki gazetecinin tutuklanması olayına bakarken uygar insanlara
yakışır bir şekilde,bunların etkisi altında kalmadan değerlendirme yapmak
gerekir.
Hukuksuzluğun
muhatabı şahıs olarak kim olursa olsun, temelde asıl muhatabı, mağduru, hukuk
emniyeti kalmayan tek tek vatandaşlar yani toplumun kendisidir.
Bu nedenle burada
karşı çıkılan, çıkılması gereken bilgilenme hakkımızın elimizden alınıyor
olmasıdır.
Zira, basın
özgürlüğü, aslında gazeteciye tanınmış bir lütuf, bir imtiyaz değildir. Bu
vatandaşların haber alma, bilgiye ulaşma hakkının bir teminatıdır.
Basın üstüne baskı
Türkiye’de ilk defa yaşanmıyor, Türk basın tarihine baktığınız da bunun bir çok
acı örneğini görürsünüz
Aynen bugün olduğu
gibi, Tayyip Erdoğan yani AKP iktidarı, “mademki çoğunluk bendedir, o halde her
istediğimi yaparım” düşüncesi içinde, kendisine göre ordu, kendisine göre
yargı, kendi arzu ettiği gibi her dediğini alkışlayan, her yaptığında keramet
bulan bir basın yaratma sevdası içindeler, bunlarda da bir yere kadar başarılı
da oldular.
Ancak, bunu yapan
siyasi iktidarlar kısa vadede bundan yarar sağlamış gibi görünebilirler ama
bütün bunlar onları da “eski Cumhurbaşkanı”, “Eski Başbakan” olmaktan
kurtaramamıştır.
Bir siyaset adamı eğer
gelecekte de saygı ile anılmak istiyorsa, yapması gereken, demokrasiyi tahkim
edip, kuvvetlendirmektir.