CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu, Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin öncülüğünde oluşturulan
“Açık Koalisyon” girişiminin “Dürüstlük Taahhütnamesi” kampanyasına katılmış.
Kılıçdaroğlu, taahhütnameyi imzalayarak, , “TBMM’nin 26. Dönem’deki görevi
boyunca, yolsuzluklarla mücadele etme, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarında ,
politikalarında ve yasalarında, şeffaflık, hesap verile birlik, dürüstlük ve
hukukun üstünlüğü ilkelerinin esas alınmasını” destekleme sözü vermiş.
Öncelikle bir CHP
Genel Başkanı’nın böyle bir taahhütnameyi imzalamasını çok yadırgadığımı söylemek zorundayım.
Bu taahhütnamede
belirtilen davranışlar, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın doğal
davranışı olması gerekir. Bugüne kadar bu makamı işgal eden hiçbir genel
başkanın böyle bir taahhütname imzaladığı duyulmadığı gibi kimse, de böyle bir
belgeyi imzalamasını onlardan istemeğe cesaret bile edemezdi.
Dürüst olmak, açık
olmak, hesap verebilir olmak her CHP Genel Başkanı’nı sahip olması gereken
özelliklerdir.
Birisi gelip de, bu
konularda “taahhütname” imzalayın diyorsa, bu “sen dürüst değilsindir, biz sana
güvenmiyoruz, bunu bir de imzanı içeren bir taahhütnameyle garanti et”
demektir.
Hukukun üstünlüğünü
savunmak Milletvekili yeminin içinde
var. Bu taahhütnamenin imzalanması
yönünde teklifte bulunanlar, kendilerini Tayyip Erdoğan gibi Anayasa’dan damı
üstünde görüyorlar?
Dürüstlük, şeffaflık,
hesap verilebilirlilik sözle, taahhütnameyle olmaz, eylemle olur.
Örneğin bir gazetede
geçmiş yıllarda Baykal ve Kızı için yurtdışında banka hesabı var diye yayın yapılmıştı.
Baykal, savcılığa
falan göstermelik başvurarak değil, doğrudan kendisi dava açarak, mahkeme aracılığı ile o ülkede kendisi ve kızı adına herhangi bir
banka hesabı olup olmadığını sordurdu.
Gelen cevap ne o tarihte ne de geçmişte böyle bir
hesap olmadığı yolundaydı.
Hatırladığım kadarı
ile kimse Baykal’dan dürüst olacağına dair bir taahhütname de istememişti,
istemeye de cesaret edememişti.
Ama o, bu davranışı
ile bir siyaset adamının ithamlar karşısında nasıl, davranması gerektiğini
herkese göstermişti. İşte şeffaflık, hesap verilebilirlik budur.
Yoksa o da çıkar, “
ben çocuklarıma haram yememelerini öğrettim” der geçerdi. Ama hesap verdi.
Adım gibi eminim ona
birisi çıkıp da çocuğuna o evi nasıl aldın diye sorsaydı bütün para
hareketlerini gösterirdi.
Bir Belediye’de
yolsuzluk iddiaları ortaya atılınca yargıyı beklemeden, parti içinde Milletvekillerinden
oluşturulan bir komisyon kurdurup, aldığı raporu hem kamuoyuyla paylaştı, hem
de O Belediye Başkanı’nın partiden ihracını sağladı.
Bildiğim kadarı ile
Beşiktaş ve Ataşehir Belediyelerindeki yolsuzluk söylentileri için de yine
milletvekillerinden oluşan komisyon kurulmuştu.
Ne oldu, hala
raporlarını hazırlayamadılar mı?
Bir başka örnek daha
var, oda fırsat buldukça “faşist” olmakla suçlanan İsmet Paşa ile ilgili,
kendisine Merinos Fabrikasından hediye edilen kumaş, TBMM’de bir rakip
Milletvekili tarafından dile
getirilince, evine gidip o kumaşa ödediği faturayı yıllar sonra Mecliste
göstermişti.
Dürüstlük, şeffaflık,
hesap verilebilirlilik işte böyle bir şey. Taahhütname verilerek olmuyor.
BİR KÜÇÜK DÜZELTME:
Geçen yazımda
Rahmetli Numan Menemencioğlu, hakkında “Atatürk’ün Dış işleri” bakanı
yazmıştım. Bunu da eleştirenler oldu. Son okumada gözden kaçırdığım husus “gizli” kelimesidir.
Türk dış politikasını
yakından takip edenler ve Dışişleri Bakanlığı’nın kıdemli mensupları, Rahmetli
Numan Menemencioğlu’nun 1929’dan 1942’ye kadar, değişik unvanlarla kesintisiz,
“Hariciye Vekaleti’nin “iki numarası” olduğunu bilirler.
O dönemde kaydedilen
bütün başarılı dış politika hamlelerinin, Balkan ve Sadabad Paktları, Montrux
Sözleşmelerinin, arkasındaki isimdir.
O nedenle rahmetli
Numan Menemencioğlu, 30’lu yıllar boyunca, Atatürk’ün “gizli” dışişleri Bakanı ve Türk dış politikasının perde gerisindeki
gerçek gücü, “éminence grise” olarak bilinir.
Buna rağmen dikkatli
davranıp yazımdaki “gizli” kelimesini
atlamamam gerekirdi.
Okuyuculardan özür
diliyorum.