Geleneksel
Türk dış politikası, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmamak, Arapların
içişlerine karışmamak üzerine kurulmuş idi.
Yıllar
boyu iktidarlar değişse bile bu hiç değişmemişti. Bu yapılırken asıl amaç komşu
ülkelerin toprak bütünlüklerini koruyarak, o coğrafyada bir kaos yaşanmasını
önlemektir.
Komşu
bir ülkede kamu nizamı çökerse orada oluşan olayların, hemen yanındaki
sınırdaşı ülkeleri etkilememesi mümkün değildir.
Ne
zaman ki AKP iktidar oldu, Arapların içişlerine karışmama prensibinden vaz geçilerek,
Arapların içişlerine, “büyük ağabey”edasıyla müdahale edilmeye başlandı.
Tayyip
Erdoğan’ın yıllarca “kardeşim” dediği, beraber yaz tatili geçirdiği, müşterek
Bakanlar Kurulu toplantıları yaptığı Esad’ın bir anda büyük bir kıyıcı olduğunu,
halkına zulüm ettiğini keşfetti.
Mavi
Marmara olayı ile yitirdiği prestijini, Suriye’de kazanacağını düşünerek, Suriye’de muhalifleri desteklemeye başladı.
Bunu
yaparken de “mezhepçi” bir politika
izledi.
ABD
ve AB ülkeleri “aşırı gruplara” gider endişesiyle “ılımlı” olarak niteledikleri
gruplara bile silah yardımı yapmaz iken, Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın kaprisi ve
öngörüsüzlüğü nedeniyle, Esad’ı üç günde devirip, Şam’da namaz kılmak ham hayaliyle hiçbir ayırım yapmaksızın bütün
Esad muhaliflerini silahlandırdı ve onlara lojistik destek verdi.
Başarıyla
sayemizde Suriye kan gölüne çevrildi.Şu ana kadar onbinlerce insan öldü
milyonlarca insan yerinden yurdundan, topraklarından oldu.
Tevatür
o ki, Türkiye’nin yaptıkları insanlık suçu oluşturuyordu. Nitekim, Başkan
Obama, 2012 yılı Ağustos ayında Tayyip Erdoğan’la yaptığı telefon konuşması
sırasında, elinde beyzbol sopası tuttuğunu gösterir fotoğraflarını, diplomatik
nezaket kurallarını da aşarak Dünya basınına servis ettirdi.
Bununla
da yetinmedi, Mayıs 2013 de iki ülke heyetleri arasında yapılan görüşmeler
sırasında, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a dönerek “Suriye’deki radikallere neler yaptığınızı biliyoruz” diyerek tam
argo tabiri ile “fırçaladığı” Amerikan
basınına sızdırıldı.
Obama’nın
bunu durup dururken söylemediği muhakkakı, Aralık 2013 de ünlü araştırmacı
gazeteci Semour Hersh yayınladığı makalesinde, Şam’da yüzlerce sivilin öldüğü
kimyasal saldırının Suriye muhalifleri tarafından gerçekleştirildiğinin
saptandığını yazdı ve 2014 Nisan’ında da, bu kimyasal saldırının Türk
Hükümeti’nin sağladığı bileşenlerle gerçekleştirildiğini yazdığı yeni
makalesinde bunun ses kayıtlarının
bulunduğunu belirtti.
ABD
Dışişleri Bakanı Kerry CNN İnt TV kanalına verdiği demeçte, Türkiye’yi kast
ederek, bazı bölge ülkelerinin, muhalif gruplar içinde “çürük yumurtalar” olacağını düşünmeden “Esad’ın çok kısa bir süre içinde
devrileceği ümidiyle” bütün muhalif gruplara yardım yaptığını açıkladı.
ABD’nin
eski Ankara Büyükelçisi Riccardone, Türkiye’nin
aşırı dinci El-Nusra örgütüyle çalıştığını bildiklerini açıkladı.
Bu
arada Almanya’nın Türkiye’deki siyasetçi ve bürokrat bir çok kişiyi dinlediği
basına yansıtıldı.
Bu
tür bilgiler basına, muhatap ülkeye, yani Türkiye’ye göz dağı vermek için
servis edilir.
Gerek
ABD ve gerekse Almanların davranışları Türkiye’deki bir çok siyasetçilye ve ama özellikle de AKP’li
yöneticilere ve bürokratlara “dediklerimiz yapmazsanız bu iş mahkeme de biter”
tehdidir.
Bu
kadar net açıklamalar gösteriyor ki, son
üç yılda yabancı devletlerin elinde, devletin en üst kademesinden başlayarak,
bir çok siyasetçi ve bürokratı ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti devletini çok
zor durumda bırakacak görüntülü ve sesli malzemeler var.
Durum
böyle olunca, dış politikada esaret dönemi başlamıştır. Bu büyük bir ulusal
güvenlik riski oluşturur.