12 Şubat 2019 Salı

AKILLI ÜST AKIL



Ahmet Hakan geçtiğimiz günlerde aynen şunları yazmış:
"EN aklı başında... Komploculuktan en uzak... Düzgün bir muhalefete ihtiyaç duyan...Hemen herkesten...Son günlerde en çok işittiğim cümle şu:
“Ben artık CHP’nin ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir proje olduğuna kesin olarak inanıyorum.”
Sözü edilen "proje"yi yazan "üst akıl"ın yurtdışında olduğunu söylemeye gerek var mı!
O üst aklın eli, NATO üyesi olduğumuz 1952'den beri ülkemizin içinden hiç çekilmedi. Dış ilişkilerimizi, iç-dış güvenlik, ekonomi, tarım, eğitim politikalarımızı, akla gelen her alanı yönlendirdi. Bazen uzaktan, dolaylı yönlendirme ile yetinmedi, 1960, 1971, 1980 askeri müdahalelerini teşvik ederek, Türkiye'nin rotasında doğrudan daha sert "düzeltmeler" yaptı. Son defa 2016'da darbeyi acemilerle işbirliği ile gerçekleştirmeye çalışınca, yüzüne gözüne bulaştırdı. Türkiye'yi aracıyla değil, doğrudan yönetme hevesi kursakta kaldı.
Dikkat edilirse, "başarılı" olan 1960 ve 1980 müdahalelerinde güçlü siyasi geleneklerin partilerinin kapatılması ve gençliğin siyaset dışına çıkarılması yoluyla, Türkiye'nin siyasi yapısının çökertilmesi, muhalif seslerin kısıtlanması, böylece, ülkemizin dış etkilere direnme gücünün kırılması hedeflenmişti. "Üst akıl" bunda başarılı da oldu. Bunun örnekleri için Evren'in kabul ettiği "Rogers Planı"na ve Özal'ın Türkiye'ye "armağanı" olan ve vahim sonuçlara yol açan "çekiç güç"e bakmak yeterlidir.   
Ne var ki, "üst akıl" bu başarıları sürekli kılmayı sağlayamadı. Kapatılan siyasi partiler veya onların yerine başkaları zaman içinde yeniden güçlü şekilde ortaya çıktılar. Muhalif siyasetler geleneksel güçlerini geri kazandılar. Oysa, Türkiye içindeki ve çevresindeki emperyalist projelerin gerçekleştirilmesi için iktidardaki ve muhalefetteki uysal siyasi yapının uzun zamana yayılmasına ihtiyaç vardı. 
AKP bu ihtiyacın ürünü olan bir "ılımlı islam" projesinin partisidir. Bu siyasi partiye üst üste seçim kazandırılarak, Türkiye'yi çok uzun süredir yönetmesi sağlanabilmiştir.
Fakat "üst akıl" bu defa sahiden "akıllı" davrandı. Sadece ülkeyi yönetecek kadroları projelendirmekle yetinmedi. Türkiye'nin demokrasi geçmişinde her zaman güçlü yeri olan muhalif siyasi yapılara da el attı. Bülent Ecevit'in son başbakanlığı döneminde gördüğü bu ihtiyaç, 1 Mart tezkeresinin reddi ile "olmazsa olmaz" hale geldi.
CHP'ne yapılan Mayıs 2010 operasyonu bu ihtiyacın karşılanmasını amaçlamıştı.
Nitekim o operasyondan sonra CHP adım adım "uysallaştırıldı". İç ve dış politikalar bakımından tamamen etkisizleştirildi. Türkiye'nin hemen tümüyle emperyalist güçlerin dümen suyuna sokmasına direniş göstermedi.
CHP, Deniz Baykal ve etrafındaki yurtsever, donanımlı, bağımsızlıkçı, dişli kadrolarla yönetiliyor olsa idi, sahte davalar üzerinden devletin ve TSK'nın çağdaş kadroları tasfiye edilebilir miydi? Eğitim dinci yapılara terk edilir miydi? "Çözüm süreci" kepazeliği yaşanır mıydı? Türkiye, Suriye macerasına batar mıydı? Laiklik rafa kaldırılabilir miydi? Seçimlerde ayyuka çıkan sahtecilik iddiaları karşısında hareketsiz kalınır mıydı?
Bu tablonun tümü değerlendirilirse, 2010 sonrası CHP'nin ve onu yönetenlerin "proje" olmadıklarını ve bir "görev" ifa etmediklerini söylemek mümkün mü?
Kuşkusuz okuyucu   daha iyi değerlendirir; ama, şimdiden görülebilen, 16 Nisan'da ve 24 Haziran'da küstürülen CHP seçmeninin önemli bir kesiminin tepki olarak sandığa gitmekten imtina edeceğidir. Parti yönetimi bu "küskünleri" kazanmak için en küçük bir gayret göstermiyor. Aksine, aday belirleme süreçlerindeki gelişmelerin bu küskünlüğü ve tepkiyi keskinleştirdiği görülüyor. Hal böyle olunca seçimlerin sonucunu tahmin etmek için kahin olmak gerekmiyor.
CHP tabanındaki (henüz fazla seslendirilmeyen) kanaat, yönetimdeki mevcut kadronun "görevini" 31 Mart seçimleri ile tamamlayarak sahneden çekileceği; ancak çekilirken, yerlerini kendileri gibi olanlara bırakmak için ne lazımsa yapacağı şeklindedir.
Çok geniş kitlelerin kendisinden artık tamamen ümit kestikleri ve haklı tepkilerin sebebi olan Kemal Kılıçdaroğlu seçimler sonrası görevi bırakacağını ve kurultay çağrısı yapacağını 31 Mart'dan kısa süre önce  açıklamaya zorlanabilirse, belki küskün kitlelerde bir hareketlenme olabilir.
Aksi halde durum hiç iç açıcı görünmüyor..