11 Ocak Pazar
günü, yaklaşık 1.5 milyon insan
teröristler tarafından, mizah dergisi
Charlie Hebdo’nun 12 çalışanı ve bir Yahudi marketinde öldürülen dört kişi ile ilgili olarak, hem terörizmi
telin ve hem de düşünce ve ifade özgürlüğünü desteklemek için Paris’te yürüdü.
Bu katliamı nefretle kınamamak mümkün
değildir. Kınamamak da ayrıca insanlık ayıbıdır.
Basına yansıdığı kadarı ile bu yürüyüşte 50
ülke, devlet ve hükümet başkanları, bakanlar ve büyükelçileri aracılığı ile
temsil edildiler.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü de, bu
dayanışma yürüyüşüne temsilcileri vasıtasıyla katılan bazı ülkelerin
yürüyüşte bulunmalarını, o temsilcilerin ülkelerinde gazetecilerin
işkenceye maruz kalmaları, hapis
edilmelerinden dolayı etik bulmadıklarını, hatta bunu hakaret kabul ettiklerini açıkladılar.
Bu ülkelerden biri de maalesef Türkiye idi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü 2014 yılı
ifade özgürlüğü değerlendirmesinde Türkiye’nin 2012, 2013 ve 2014 yıllarında
gazeteciler için dünyadaki en büyük
cezaevi olduğunu tespit ile Türkiye’yi 180 ülke arasında 154. sırada değerlendirmiştir.
Rusya, Cezayir, Birleşik Arap Emirlikleri,
Gabon bile bizim üstümüzde yer almışlardır.
Bu bizim açımızdan çok üzücü bir tablodur,
elbette bu utanç tablosundan biran evvel çıkmamız lazım.
Bunun tek yolu da, yakın tehlike arz
etmeyecek, şiddet ve ayrımcılık içermeyen düşünce açıklamaları önündeki bütün
engelleri kaldırmamızdan geçiyor.
Bunu biran evvel gerçekleştirmeliyiz
ki¸batının ikiyüzlülüğünü, uyguladığı çifte standardı yüzlerine vurabilelim.
Düşünce özgürlüğünün şampiyonluğunu yapan ülkelerin
bir kısmında, “Ermeni soykırımı büyük bir yalandır” söyleminin dile
getirilmesini suç kabul etmektedirler.
Bu nasıl bir anlayıştır. Bu tamamıyla bir
Turkofobinin, haçlı mantığının, Sevr’in intikamını alma duygusunun dışa vurumudur.
Eğer bir ülkede, Ermeni soykırımı olmuştur”
denebiliyorsa, bunun aksini savunmanın da, düşünce
ve düşünceyi ifade özgürlüğünün doğal bir sonucu olarak kabul etmek
gerekir.
Ama tabii kendimiz de defo çok olduğu için
bu iki yüzlülüğü bile dile getiremiyoruz.
Eğer bu tür defolarımız olmasa, batının en
başta da Fransa’nın uyguladığı çifte standardı, yüzlerine vurabilirdik.
Bu iki yüzlülük nedeniyle, Türkiye’nin o yürüyüşte, Başbakan düzeyinde değil Büyükelçi düzeyinde temsil ettirilmesi kafiydi.
Böylece de Başbakan ön sırada yer kapmak için çabalarken, protokolün kendisine
saygısızlık etmesine de sebebiyet vermemiş olurdu.
Davutoğlu’nun kişiliğinin elbette hiç önemi yoktur ama maalesef oraya
Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı sıfatıyla katılmıştır, muhatap olduğu muamele doğrudan Türkiye
Cumhuriyeti’ni, yani hepimizi ilgilendir.
Tekrar ediyorum, Paris katliamını savunmak,
insan olarak bundan üzüntü duymamak mümkün değildir.
Aynı tepkinin Dünyanın neresinde olursa
olsun, terörün her türlüsüne karşı verilmeliydi.
Yıllarca bu ülkede yaşanan bölücü teröre
Pazar günü kol kola yürüyen, Fransa, Almanya, İsrail ve diğer Avrupa ülkeleri
destek vermediler mi?
Bu ülkenin günahsız insanlarının canına kast
eden Sevr’ci Kürt ve Ermeni terör örgütleri, Sevr anlaşmasının mimarlarının
bugünkü torunları tarafından desteklenip, kollanmadılar mı?
Paris katliamını elbette en sert şekilde
eleştireceksin ama oraya Başbakan düzeyinde katılmayacaksın ve bu ülkede kol
kanat gerdikleri bölücü terörün kurbanlarını da kendilerine anımsatacaksın.
Bir tek günahsızın ölümünün dahi bütün insanlığı rahatsız etmesi
gerektiğini, bencilliklerini bir kenara bırakıp, sadece Paris’te ölenler için
değil, dünyanın hangi noktasında olursa olsun teröre kurban verilen insanlar
için aynı tepkinin verilmesi gerektiğini,
terörist faaliyetlere bakışın milli çıkarlara değil, yüksek ahlaki değerlere
endeksli olması gerektiğini Avrupalı
devlet adamlarına anlatacaksın.