AKP/Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin dış politika alanında yaptığı vahim
stratejik hataları siyasal, askeri ve ekonomik sorunlara yol açan taktiksel
hamlelerle düzeltmeye çalışıyor. Oysa strateji biliminin temel kuralıdır:
Strateji hataları taktiksel adımlarla düzeltilemez. Doğru bile olsalar, bu
taktiksel hamlelerin ne kadar ömürlü olacaklarını kestirmek güç.
Suriye'de öyle oldu, şimdi Libya'da öyle oluyor.
Suriye'de 2011'den ısrarla yapılan vahim stratejik hataları ve bu hatalar
sonucu Suriye'nin kuzeyinde bir PYD/YPK
koridorunun ortaya çıkarılması işten bile değildi. Bu olasılığın bertaraf
edilmesi için Türkiye sırasıyla Fırat Kalkanı, Zeytin
Dalı ve Barış Pınarı operasyonlarına mecbur kaldı. Ancak, bunların hepsinin
taktiksel olarak doğru hamleler olması, yapılan vahim stratejik yanlışlığı
ortadan kaldırmıyor. Unutmamak ve unutturmamak gerekir ki, o stratejik
yanlışlar yapılmasaydı, ağır askeri, ekonomik ve siyasi bedellere yol açan
operasyonlara ihtiyaç olmazdı.
Benzer değerlendirmeyi şimdi Libya bakımından yapmak mümkün.
Doğu Akdeniz'in en güçlü ve en uzun sahiline sahip devleti olarak
Türkiye'nin vaktinde yapması gereken -hadi G. Kıbrıs Rum Yönetimini dışarıda
tutalım- Suriye, Mısır ve İsrail ile masaya oturup denizdeki egemenlik alanları
sorununu müzakere ve anlaşma yoluyla çözmesiydi. Türkiye, siyasi ve diplomatik
gücüyle bu müzakerelerden istediği sonucu pekala alabilirdi. AKP/RTE
yönetimindeki Türkiye bu ülkelerle müzakere arayacak yerde, vahim bir stratejik
hataya düşerek, hepsiyle kavga etti. Öyle olunca, bu ülkeler kendi aralarında
Türkiye aleyhine anlaşmalar yaptılar.
Tren kaçmak üzereydi. AKP/Recep Tayyip Erdoğan bu vahim tablo karşısında
son anda bir taktiksel hamleye Libya ile son günlerde tartışılan
"mutabakat muhtıralarını" yaptı. Bu, taktiksel olarak doğru bir adım
olarak gözüküyor. Ancak, bu "muhtıralar" çeşitli bakımlardan çok
kırılgan.
Trablus'daki Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin "BM tarafından tanınıyor
olması"na fazla bel bağlamamak gerekiyor. Trablus'daki hükümetin BM
tarafından Kaddafi yönetimindeki devletin "halefi" olarak
"meşru" görülüyor olması, Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinin
-şimdilik- Libya karışıklığında farklı tarafları destekliyor olmalarından
kaynaklanıyor.
Gerçekten, Rusya giderek artan ölçüde, Libya topraklarının çok büyük
kısmını kontrol eden Khalife Hafter'i destekliyor. Fransa, BAE ve Suudi
Arabistan da öyle. Rusya'nın Suriye'den sonra şimdi de Libya'da kesin üstünlük
sağlamasından çekinen ABD, şimdilik Trablus hükümetini destekler gibi duruyorsa
da, Hafter ile de temaslarını koruyor. Uluslararası basın, Trablus hükümetine
kayda değer askeri destek veren yegane ülkenin Türkiye olduğunu yazıyor.
Şimdi Cumhurbaşkanı, "Müslüman kardeş (İhvan)" olduğu bilinen
Trablus hükümetini desteklemek üzere, talep gelirse, Libya'ya asker
göndermekten söz ediyor. Böyle bir durum, Türkiye'nin Libya iç savaşına
doğrudan taraf olması ve -Rusya başta- Hafter'i destekleyen ülkelerle karşı
karşıya gelmesi demek olacak. (Bu noktada, etrafından dolaşma girişimlerine
karşı uyanık olmak ve Anayasa'nın 92'in maddesinin gereklerinin yerine
getirilmesini dikkatle izlemek gerekiyor. Bu görev başta CHP'ne düşüyor).
AKP/Recep Tayyip Erdoğan bir açmazla karşı karşıya... Trablus'daki
hükümetin düşmesini engellemek için şimdi yine vahim bir stratejik hataya ve
denizaşırı bir savaşa hazırlandığı anlaşılıyor. Gelişmeleri kendi haline
bıraksa, Hafter güçlerinin Trablus'u ele geçirmelerinin kaçınılmaz olduğunu
görüyor. Bu takdirde, son imzalanan muhtıraların akibeti belirsiz hale gelecek.
Böyle bir durumda, belgelerin geçerliliğinin korunması için Putin'in
"aracılığına" ihtiyaç duyulacak ve Rusya'ya bağımlılık konusunda yeni
bir alan daha açılmış olacak.
Velhasıl. yıllar içinde yapılan stratejik hatalar düzeltilmeden, taktik
hamleler Türkiye'ye "Orta Doğu bataklığına" giderek daha fazla
saplıyor. Ne yazık ki böyle bir gidiş görülmüyor.
Bütün bunlar olurken CHP ne yaptı, ne yapıyor?
Bu ayrı bir yazı
konusu olur.