Beyaza imza atılarak
Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan anayasa taslağı, 12 Eylül 2010 değişikliği ile bağımsızlığı zaten
ortadan kaldırılmış olan yargıyı, şimdi de
tek başına Cumhurbaşkanı’na teslim ediyor.
Aslında ülkemizde Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nden şikayetler 1961
Anayasası yürürlüğe girdiği günden beri
vardır.
Ama 17-25 Aralık
macerasından sonra, iktidar şimdi de
Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’dan sonra, adli yargıyı ele geçirmeye
kararlı olduğu için, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu da tek başına şekillendirmeyi
kafasına koymuş görünüyor.
İktidarlar,kendilerini
hukuka ve Anayasa’ya uygun davranmaya zorlayan, her istediklerini yapmaktan,
ülkeyi kendi bildikleri gibi yönetmekten alıkoyan, yani demokratik düzenin
vazgeçilmezi olan, hukukun üstünlüğünü egemen kılan yargı organlarından, hep
şikayetçi olmuşlar, onları, kendileri için ayak bağı, engel olarak
görmüşlerdir.
Demokratik hukuk
devletlerinde yargı denetimi genel kuraldır. Bağımsız bir yargı denetiminin
olmadığı ülkelerin Anayasalarında, kanunların anayasaya aykırı olamayacağı yer
alsa bile, bunun bir kıymeti yoktur.
Alman Anayasa
Mahkemesi Başkanlarından Jufta
Limbach’ın vurguladığı gibi, anayasanın üstünlüğü, gerçekte sadece kanunların
anayasanın altında yer almasını değil, aynı zamanda kanun koyucularda anayasanın altındadırlar.
Bu ilkenin hayata geçirilebilmesi
için, kendisi de bizatihi anayasanın altında olan yasamanın tasarruflarının da bağımsız
yargı organı tarafından denetlenmesi
gerekmektedir.
Bizde de geçerli olan
bu durumun, AKP iktidarını çok rahatsız ettiği görülmektedir, Anayasanın üstünlüğünü
işlemez hale getirmek için önce Anayasa Mahkemesi iktidar tarafından teslim
alınmaya, arkasından da parlamentonun (aslında
iktidar çoğunluğunun) üstünlüğü çarpık anlayışı hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Bizim gibi
demokrasiyi çoğunluğun tahakkümü olarak gören ülkelerde, siyasal iktidarı
elinde bulunduranlar milli iradeyi
temsil ettiklerini söyleyerek, istediklerini yapabileceklerini zannederler.
Siyasi iktidar tek
başına milli irade değildir. Milli irade Türkiye Büyük Millet Meclisini
oluşturan tüm partilerin toplamıdır.
İktidar o bütünün
içinde büyük parçadır o kadar, yoksa tamamı değildir.
AKP gibi iktidarlar, her
sıkıştıklarında kabahati anayasalarda ararlar, kendi istedikleri gibi bir
anayasa yaparlarsa her şeyin düzeleceğini zannederler.
Anayasalar, her
soruna çözüm getiren reçeteler değillerdir. Dünyada da bugüne kadar mükemmel
anayasa yapılamamıştır. Her anayasanın eleştirilebilinir tarafı vardır.
Asıl olan devleti
yönetenlerin, hukukun üstünlüğüne, evrensel hukuk kurallarına, anayasa ve
yasalara saygılı davranmayı, demokratik değerleri içlerine sindirebilmeleridir.
Türkiye bugün
yaşananları ilk defa yaşamıyor, tarihten husumet çıkartmaya karşı olanlardan
biriyim, ama tarihten ders çıkartmak zorundayız.
1950-60 döneminde
iktidarı elinde bulunduranlar, çoğunluğun azınlığa her türlü tahakkümü
yapabileceği yanlışına düşmüşler, demokratik hürriyetler teker teker
kısılırken, hukuk dışı ve anayasa dışı davranışlara gittikçe ağırlaşan birer
baskı rejimine gidilirken de iktidar aynen bugün olduğu gibi “Biz milli iradeyi temsil ediyoruz. Hiç
kimse ve hiçbirşey bu iradenin karşısına çıkamaz” diyorlardı.
Ogün de gazeteciler
yazdıklarından ötürü hapse atılıyorlardı, aynen bugün olduğu gibi.
O günde siyasi
iktidarın emrine girmiş, sıkıştığı zaman, “Ah
ne yaparsın evde çoluk çocuk var” diyen yargıçlar vardı.
Bu halkın, tarihten
ders almış, demokrasiyi içine sindirmiş, bağımsız
yargının ayaklarına bağ olmadığını, tam aksine kendilerini hata yapmaktan
koruyan bir zırh olduğunu anlamış ve kabullenmiş iktidarlara ihtiyacı var.