Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan
Yüksek Seçim Kurulu İstanbul seçimlerini iptal etti. İptal ettiği kararı bile
kendileri açıklayamadı, açıklama önce Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Yüksek
Seçim Kurlundaki temsilcisinden geldi, sonra da
halkın önüne çıkamayan Yüksek Seçim Kurulu üyeleri kararlarını yazıl
açıklama ile kamuoyuna duyurdular.
Bunun anlamı Yüksek Seçim Kurulu üyeleri
verdikleri karardan rahatsızlar ki, kameraların önüne geçip kendi kararlarını göğüslerini
gere gere açıklayamıyorlar.
İstanbul'da yenilenecek
seçimin, CHP başta, muhalefet tarafından boykot edilmesi gerektiği bazı kişiler
tarafından dile getiriliyor. Seçimin boykot edilmesi halinde ancak yeni
seçilecek belediye başkanının meşruiyeti tartışılır hale getirilebilir, Türkiye
ve dış dünya çapında etkisi sınırlı kalır. Dolayısıyla, yapılacak
hamlenin İstanbul seçimlerini boykot etmenin çok ötesine gitmesi gerekir.
Nitekim Kılıçdaroğlu'na
atılan yumruk hadisesinde görüldüğü gibi, bir "kontrollü kargaşa"
çıkartılması AKP iktidarının daha doğru bir ifadeyle tek adam rejimin işine
gelecektir. İktidar da bunun beklentisi içindedir. Böylece bütün tıkanmışlıkların ve
olumsuzlukların sorumluluğu bakımından bir adres yaratılmış olacaktır. O
nedenle, Millet ittifakı mensuplarının çok dikkatli davranıp provokasyona
gelmemeleri gerekmektedir.
Yüksek Seçim
Kurulu’nun verdiği bu karar elbette Türk demokrasi tarihine bir
karar leke olarak geçecektir ama, bu olaya salt iç siyaset açısından bakmak
büyük bir yanlış olur. Bu karar diş siyaset açısından da sorunlar yaratacaktır.
Tek adam rejim
tıkanmış, ekonomi çökmüş, dış politika çıkmazda, hukuk devleti bitmiş, Anayasa
ayaklar altında, Türkiye her önüyle duvara toslamış vaziyette. Bu tablonun
sorumluluğunun "dışarıdan yapılan saldırılara" bağlanması da artık kimseye
hatta AKP’yi destekleyenlere de inandırıcı gelmiyor.
Uluslararası ilişkiler açısından da bu dakikadan sonra Türkiye’ye
büyük siyasi baskılar yapılacaktır. Nitekim bunun ilk işaret fişeği, NATO komuta değişimi törenine Kıbrıs Rum
temsilcisinin de davet edilmesidir. NATO üyesi olmayan bir devletin resmi NATO
faaliyetine daveti ilk defa oldu. Bu durum, oybirliği ile karar alan NATO'da Türkiye'nin
"veto" yetkisinin etkisiz kılınması anlamına gelmektedir. Ve ilerisi için çok kötü bir örnek oluşturacaktır. Bu
yapılanın arkasında ABD'nin olduğunu görememek için kör olmak gerekir. Zira
Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin temsilcisini oraya Amerikalı komutan kendisi davet
etmiştir. Bu davetin ABD Yönetiminin hatta Trump’ın haberi olmadan yapılmış
olması mümkün müdür?
Elbette değildir.
Ama böylesine vahim bir gelişmeye rağmen
Türkiye Cumhuriyeti Yönetimi, birilerini
kızdırmamak için mümkün olan en alt düzeyde -Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün bir
soruya verdiği yanıt ile- tepki verdi.
Dış siyasette baskı sadece bununla
sınırlı kalmayacaktır. Nitekim Avrupa Birliği ve ABD arka arkaya
açıklamalar yaparak Türkiye'nin doğu Akdeniz'de sondaj çalışmalarına
başlamasını "Kıbrıs'ın ilan ettiği münhasır ekonomik bölgenin ihlali"
anlamına geldiğini bildirdiler ve bu çalışmaları durmasını kuvvetle talep
ettiler. Bunlar da Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamalarıyla geçiştirildi.
Hatta hukuk
devletinin büyük yara alması nedeniyle Avrupa Konseyi Türkiye’nin üyeliğini
bile askıya alabilir.
Bu gelişmeler
olurken, Trump'ın önümüzdeki aylarda Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştireceği
bildiriliyordu. "Aman o ziyareti tehlikeye düşürecek bir adım
atmayalım" kaygısı, duvara toslamış AKP iktidarı tarafından Türkiye'nin çıkarlarının çok daha güçlü
şekilde savunulmasını engelledi.
Oysa,
Türkiye'nin yüksek çıkarları her koşulda savunulmalıdır. Öyle yapılmazsa
ülkemizin menfaatlerine zarar verecek taleplerin arkası alınamaz.