Bütün dinler ahlak temelinin üstüne
oturur. Hiçbir din yoktur ki ahlaksızlık öğütlesin. Bütün dinler inananlarına AHLAKLI olun derler.
Yalan söylemek bir ahlaki sorun olduğu
için bütün dinler yalan söylemeyi de en büyük günah sayarlar.
Bu nedenledir ki, her ebeveyn
çocuklarına dürüst bir insan olmayı ve
bunun doğal sonucu olarak da yalan söylememeyi öğütler.
Zaman zaman çocuksu yalanlar ortaya
çıktığında da, ailenin sosyal ve kültürel yapısına uygun ceza uygulanır.
Toplum önderleri, toplumun takip ettiği,
ona benzemeye çalıştığı insanlardır.
Siyasetçiler toplum önderleridirler, en
azından bir kısım halk için böyledirler, o nedenle onların söz ve davranışları
çok önemlidir.
Bu nedenle siyasetçi dürüst olmak
zorundadır. Yalan söylemeyi, gerçeklerin çarpıtılması olarak görmek zorunda olduklarından,
aldatıcı tavırlar içine girmemelidirler.
Ancak günümüze gelindiğinde, yalan
söylemek ve özellikle yaşını başını almış siyasetçiler açısından her dakika
başvurulan bir tarz haline geldi.
İşin acı tarafı bu yalana başvurmanın
toplumu ayrıştıracağını, topluma çok büyük zararlar vereceğini bilmelerine
rağmen bunu yapmaktadırlar.
Sırf birilerine hoş görünmek, toplumun
belli kesimine sempatik görünmek için yalan söylüyorlar.
Düşünebiliyor musunuz, bu ülkenin en
yetkili kişisi, doğmamış çocuğunun kendisine mektup yazarak duyduğu özlemi dile
getirdiğini söyleyebilmektedir.
Bu ve bunun gibi Türk siyasetinde etkin
konumdaki kişiler, toplumda büyük düşmanlıklar, büyük ayrışmalar yaratacak
konularda yalan söyleyebilmektedirler.
Aynı şahısların, aynı konuda taban
tabana zıt bir biriyle çelişen açıklamalarını artık kanıksadık.
O kadar kanıksadık ki, “Ey efendi sen üç
gün evvel böyle söylemiştin, şimdi böyle söylüyorsun, bu söylediklerinden
hangisi doğru” demeyi bile düşünmüyoruz.
Bu çelişkiler o kadar sıradanlaştı ki,
gazeteler açısından haber değeri bile kalmadı.
Hem de Abdullah Gül’ün önüne gelen her
yasayı onaylamamsının haber değeri olduğu bir ortamda.
Bunun en sık yaşandığı alan ise
Cumhuriyete ve onun kurucularına duyulan, kin
ve düşmanlık nedeniyle yapılan yalan saldırılardır.
Bunu bir kısmı Cumhuriyet ve laiklik
düşmanı olmaktan diğerleri ise etnik
köken ve bölgecilik nedenleriyle yaparlar.
Sanki birbirlerine rakipmiş gibi
davranırlarken, bilerek veya bilmeyerek aynı kişi ve kurumlara değişik
gerekçelerle ama aynı sonucu almaya yönelik tamamı yalan beyanlarla saldırırlar.
Ne Atatürk’ün, ne de İsmet Paşa’nın
diktatörlüğü kalır.
Ama geriye döner bakarsınız, bu iki
insanın ne milletvekillerine boş kağıt imzalattıklarını görürsünüz ve ne de
onların milletvekillerinin ülkeyi ve partiyi ilgilendiren konuları, o zaman tv
olmadığından, radyodan öğrendiklerinin, tek örneğini gösteremezsiniz.
Biri kalkar hiç yüzü kızarmadan CHP ne yaptı der.
CHP ne mi yaptı.
Devlet kuruluyor, Osmanlı’dan kalan
borçlar ödeniyor, bu arada dış borç alınmıyor, dünya büyük ekonomik krizini
yaşıyor, bir de üstüne ikinci Dünya savaşı çıkıyor.
Bu arada ne mi yapılıyor.
1923-1949 arasında, devletin tek
değerini de şimdi yapıldığı gibi satmadan, ülkeyi gırtlağına kadar borca
sokmadan, yapılanları sadece isimlerini yazdığım zaman, dokuz adet A-4 sayfası
oluyor.
Devletin bütün arşivleri elinde olan bir
insan bu yalanı söylüyorsa, bir sorunu var demektir.
Anladın mı O CHP’nin ne yaptığını?
“Değiştik biz O CHP” değiliz” diyenler.
O dönemde,” benim dediğimi tıpış tıpış
yapacaksınız” diyen lider hiç olmadı, ki onların arkasında büyük askeri ve
siyasi başarılar vardı.
Dürüst bir insan sırf o döneme, İsmet Paşaya çamur atmak için “Sebahattin Ali’yi
CHP öldürttü” demez.
İki sayfa kitap okursa gerçeği öğrenir,
eğer gerçeği bile bile bunu söylüyorsa bundan sonra da birisine hiçbir şey
söyleyemez.
Nazım Hikmet CHP zamanında yurt dışına
kaçtı demez.